17 Ocak 2014 Cuma

63 – AKIP GEÇTİ YILLAR…



63 – AKIP GEÇTİ YILLAR…


Şu anda düşündüklerimi ifade edebilmek için tasarladığım kelimeyi bulup da cümlenin içindeki yerine tam oturttuğumda onarım hevesimi tatmin etmiş oluyor ve onlarca yıl evvel kırık bir eşyayı tamir etmek için Ada evimizin bahçesinde dedemle geçirdiğim mesut günleri anımsamanın mutluluğuna erişiyorum.

Bunları yazarken de, seyrettiğim bir filmi, aklıma gelen bir fikri, yaşadığım bir olayı çocukken, anne, baba veya kardeşlerimden birine anlatabilmek niyetiyle hafızama ne denli sağlam yerleştirdiğimi fark ediyorum. Her şey, birbirimize anlatılırdı. Buna vaktimiz yoksa bile başka bir iş yaparken durmadan konuşurduk. Yaşanan olayları nakletmek günlük programımızın içindeydi ve bir alışkanlık haline gelmişti. Dolayısıyla her şeyi ayrıntılarıyla anlatabilmemiz için her an, her olayı ilgiyle izlemek gereği vardı ve mecburen gözlemci olmuştuk. Her gördüğümüzü, her düşündüğümüzü teferruatıyla bellemek yaşam şeklimizdi. ‘Bu beni ilgilendirmez’ diye bir düşünce ileri süremezdik büyüklerimize.

Gençken yaşanan bunca olayın ne denli koyu mürekkeple beynimize kaydedilmiş olduğunu, buna karşılık son günlerde yaşananların ne denli çabuk unutulduğunu da fark ediyorum. Mürekkebimiz zamanla sulanıyor. Değişim mukadderdir.

Seksen iki yıl hem çok uzun, hem de dün gibi geliyor insana. Şüphesiz ki, Büyükada her zamanki Büyükada’dır. Yağan yağmur zerreleri aynı Marmara Denizi’nden buharlaşıp aynı Marmara’ya dönen sudur. Fakat bazılarımız her şeyi farklı görüyor, farklı algılıyor, farklı anlıyor ve isyan ediyor.
Ben ve bazı yaşıtlarım, yirmi birinci asra intibak edemeyip yanılıyor olabiliriz. Belki de İspanyolların deyimiyle, ‘Los jovenes se mantenen de suenyos, los viejos de sus recuerdos’ (Gençler hülyalarıyla, yaşlılar hatıralarıyla beslenir) etkisinden...

Babam, yaşamının son senelerinde, kışın bitmesiyle Ada’ya tekrar geldiğinde, Mehmetçik Sokağı’nı ağır ağır çıkarken, ‘yoruldum’ diyeceğine, acı bir gülümsemeyle, Adalar Belediyesi’nin yolun eğimini her yıl biraz daha dikleştirdiğinden yakınırdı. Bu yıl ben de yokuşu çıkarken fark ettim; evime yaklaştıkça Çankaya Meydanı uzaklarda görünmeye başladı.

Tahminimce, benimle yaşıt olan kişilerin, ataları, dedeleri Ankara’nın, Trakya’nın, Çanakkale’nin, Gürcistan’ın, o zaman kırsal olan yörelerinde doğup büyüdükleri için Büyükada’da buldukları doğal atmosferdeki radyosuz, telefonsuz, susuz, bazı geceleri de elektrik kesintisinden dolayı mum ışığı veya petrol lambasıyla aydınlanan evlerdeki kalabalık ailelere özgü yaşam şeklini hasret ve özentiyle benimsediler, sevdiler, o devri zevkle yaşadılar ve bize de yaşattılar.

Çünkü horozun ötüşü, merkep-katır kokusu, toz-topraklı sokaklar, küçük yaşta oldukları günlerin dertsiz, mesuliyetsiz, ana baba himayesindeki huzurlu yaşamını hatırlatıyordu onlara.

Şansım odur ki, Büyükada’nın köy hayatını, ben de küçüklüğümde doya doya tattıktan sonra şehirli basamağına çıktım. Ne yazık ki bugün, kentlerde doğan yeni neslin insanı, gönüllerimizde saklı kalan, nineler, dedeler, çoluk çocukla aynı soyun insanları arasında tek bir binanın çatısı altında doğup büyümenin ve Ulu Yaradan’ın yarattıklarıyla iç içe yaşamanın tadını hiçbir zaman bilemeyecekler artık.

Bunları anlatmama ve bana o mesut günlerimi tekrar yaşatmama fırsat verenlere sonsuz teşekkürler.

Viktor Albukrek, Mart 2013




KİŞİLER HAKKINDA


Mister Gogo: Esas adı Agop’tur. Törenlerde şık olmak için çok uzun kollu ceketler giyen ve kırmızı bir fular takan esmer, çok kısa boylu. Her işe burnunu sokar; her resmi törende, herhangi bir dinî bayramda ön saflarda yer alır; esas mesleği ayakkabı boyacılığı ile hasta ve yaşlıların sedyelerinin ve tahtırevanlarının taşıyıcılığı. Bir Ada evinden aldığı yatalak kişiyi, hızlı adımlarla Kurtuluş veya Şişli’deki evine koşa koşa, bir nefeste taşırdı.
Doktor Çat: Çok titiz, şık, beyaz, ütülü giysiler giyen, tıp doktoru. Selamlaşmak isteyen kişilerin mikrop kapmamaları için el sıkmadan, uzaktan sağ el şakakta “çat” diyerek selama alıştırmak için anlamsızca uğraşırdı. Çoluk çocuk onun yolunu kesip “Çat Doktor bey” diyerek peşine takılırdı.
Patatesçi Yorgo Onbaşı: Aksi suratlı patatesçi. Cephesi uzun ve açık dükkânında, bir kuyumcu titizliğiyle memleketin değişik yörelerinden getirttiği çeşitli patatesleri özenle dizer, malı seçmek için patatesine dokunan müşterilerin ellerine vurur, dükkânından kovar ve onlara katiyen mal satmazdı
Hazan Eskenazi: Yıllarca Büyükada sinagogunda hazanlık (müezzinlik gibi) yaptı ve Ada çocuklarını Bar Mitzva’ya (on üç yaşa geçiş töreni) hazırladı. Sesi çok güzeldi ve çok güzel makam okurdu.
Viktor Benbasat: Babası Yomtov Benbasat, dinî kurallara aşırı derecede bağlı idi.
Salamon Bahar: Babamın ablasının kocası. Bir haham kadar saygıdeğerdi. Vedat Anavi’nin büyükbabasının babası, İrvin Mandel’in büyükannesinin büyükbabası.
Sinyor Perahya: Haydarpaşalı, bilge adam, amatör din eğitimcisi, Fenerbahçeli Aldo Perahya’nın babasının büyükbabası veya büyük amcası idi. Arzu edene, seve seve Tora (Tevrat) dersi verirdi.
Makaracı Nesim: Esmer, ufak tefek boyu ile devamlı hareketli, manifatura ve iplik satıcısı. Muhtemel başka yerden Adamıza geliyordu. Yanları çekmeceli iki siyah çantasıyla devamlı koşardı.
Kiryo Haralambos: Kullanılmış eski eşya ve giysilere karşılık, mandal veya saçtan leğenler verirdi.
Heybelili Avramaçi: Heybeliada’da pişirdiği unlu mamullerinin lezzet reklamını “Bulema Kaymak” diye bağırarak yapan, koluna astığı teneke çerçeveli camlı bir kutuda, boreka (hamurdan küçük börek), bulema (yufkadan sarma börek), çörek vs. satan beyaz önlük giyen seyyar börekçi.
Prof. Moiz Franko: Selanikliydi. Beyoğlu Kefeli Han’da oturur, belli günlerde adalara piyano dersi vermeye gelirdi. Çok güzel hikâye anlatır, çocukları sevindirirdi. Birçok talebe yetiştirdi. Orkestra şefimiz Cem Mansur’un da piyano hocasıydı. Kardeşi Vitali Franko ise, matematik öğretmeniydi.
Prof. Yetvart Margossian: Pangaltı’da otururdu. O da belli günlerde adalara keman dersi vermeye gelirdi. 20 Sınıf Askerlik’te, kuzenim Yaşar Paker’le tanışmış, onun sayesinde Yahudi çevresinden de, Ermeni çevresinden olduğu kadar talebeleri olmuştu. Şehir Orkestrası’nda keman ve viyola çalardı.
Prof. Rozental: Mlle. Alice Rozental’ın Ada’da oturup oturmadığını hatırlamıyorum. İhtimal o da ders vermeye gelirdi. Sarışın, soluk benizli, 40 yaşlarında idi ve evlenmemişti. Prof. Alice Rozental’ın herhalde, kıymetli bir eğitmenlik diploması vardı ki, İstanbul Konservatuvarı’nda, Ferdi Ştatzer, Ren Gelenbevi, Ali Sezin gibi zamanın değerli hocalarının yanında, resmî öğretim görevlisi idi. Konservatuvarda sözü geçer, talebeleri ondan çok korkardı. Dünya operalarına Leyla Gencer, tiyatro camiasına Gülriz Sururi gibi çok değerli elemanlar yetiştirdi. Mlle Alice Rozental, tahminimce İstanbullu değildi.
Pepo Sason: Eminönü’nde esans ve kolonya ticareti yapan, annemin çok sempatik kuzeni.
Sokrat Usta: Sokrat Puridis, çok kabiliyetli, yüzünde çiçek hastalığı izleri olan ciddi ve iyi bir teknisyendi. Vefatından sonra oğullarından Niko Puridis, Büyükada’da aynı işe devam etmektedir.
Kiryo Niyarkos: İmbrozada’lı. Evlere ve lokantalara yardımcı temin eden aracı, simsar.
Façyo ve Ligor: İtalyan asıllı bu iki kardeşten Façyo, Ada’nın en lüks lokantasını işletirken, kardeşi Ligor, orijinal tek atlı arabası ile İsa Tepesi’ne erzakını taşır ve orada, çalgılı, laternalı bir kır gazinosu işletirdi. Façyo adı marka oldu ve ismi halen kullanılmaktadır.
Vivian Yafe: İzmirli üç çocuklu komşumuzun kızı, Hayim Mitrani ile evlidir. Halen görüştüğümüz Vivian, bir zamanlar büyük babamın binasına bitişik diğer komşumuzdu.
Viktor Bronşytayn: İş adamı, sürat teknesi sahibi idi.
Mario Benmayor: Bir zamanlar yedek parça işinde benimle ortaklık yapan iş adamı.
Rafael Püller: Tahtakale’de, kasık korseleri ticareti yapan, kültürlü bir İstanbul beyefendisi.
Gentille Arditi Püller: Fransızca olarak, “Minarelerin Gölgesinde” ve “Marmara’dan Esintiler” gibi İstanbul şehrinin romantizmini anlatan romanların yazarı. Rafael Püller’in eşi.
Orhan Brand: Yörükali’nin vadisinde geniş bir arazideki köşkün sahibi, pul koleksiyoncusu. Klasik ve güçlü bir Alman yapısı olan çatana tipi MÖWE teknesinin sahibi. Almanya fahri konsolosu.
Sarhoş İbrahim: Yörükali koyunda avladığı balıkları satar, akşamları bolca rakı içer ve sandallara bekçilik yapardı.
Rıfat Rudi Behar: Benim gibi kızıl saçlı idi. Liseyi beraber bitirdik, sonraları da dostluğumuz sürdü. Grundig fabrikasında müdürken, küçük kardeşim Yılmaz’ı stajyer olarak yanına almıştı.
Avni Girgin: Kum çimento tüccarı idi. Uzun yıllar Yörükali plaj ve tesislerinin patronluğunu yaptı. Yaz kış, elinde evrak çantası ve kışlık elbisesi ile plajında dolaşır, tesisleri kontrol ederdi.
Seyr-ü Sefain Bey: Esas adı Zeki idi. Deniz ehliyeti ve teknelerin fenni muayene cüzdanlarını sorar, teknenin cinsine göre içinde bulunması gereken malzemeyi teftiş ederdi.
Mıgırdıç Bey: Şimdiki Prens Oteli’nin bulunduğu, denize dik inen arazide, selvi ağaçları arasındaki teraslarda, caz ve Latin müziği eşliğinde dans edilen Florida isimli bahçenin ve Mehtap sinemasının sahibi idi. O zaman, sahilde, şimdiki rıhtım dolgusu olmadığından, deniz yolu ile diğer adalardan ve karşı sahillerden gelen gençler, teknelerini oradaki derme çatma iskelesine bağlar, direkt Florida bahçesine dansa gelirlerdi.
Yekta Isıtan ve eşi Selime: Aynı zamanda, Harbiye Valikonağı Caddesi’ndeki Yekta lokalinin de sahibiydiler. Burası, Büyükada’daki kadar büyük olmasa da, seçkin kişilere hitap eder. Sahipleri vefat etmiş olmalarına rağmen, Yekta Lokantası, bugün halen Harbiye’de hizmet vermektedir.
Ali Pasiner: Ada’nın sükseli delikanlılardandı. Dekoratör ve Grafiker olarak uzman olmuştu.
Davit Gormezano: Adalı, bizim gibi kalabalık bir aileden.
Onnik Anbarcıyan: Komşumuz İstepan’ın oğlu. Rüzgârlı ve sert havaları severdi. Yıllarca beraber denize açılırdık.
Lofet ve Horoz: Splendid Oteli’nin karşısındaki teras, şimdiki Kahve Dünyası. Eskiden, direkler üzerindeki bu terasın altı deniz idi. Altındaki sahil ile yanındaki Kalipso Otel’in sahili, üç kayıkçı: Lofet, Horoz, ve İdris tarafından paylaşılmıştı ve kayıkhane olarak kullanılırdı. Horoz, sonraları Kumsal’a, Askerlik Şubesi önündeki sahile taşındı.
Yakup Almelek: Matbaa boyaları ticareti yapar; oyun yazarı ve sanatsever olup Şalom gazetesi yazarlarındandır.



Ne dediler:

Yazınızın her satırında "Ada’nın size verdikleri"ni duyumsadım. 1931'den bugüne Ada’nın tedrisatından geçmek ne büyük bir şans ve kazanım! Sizin gibi dostlarda başta doğa sevgisi olmak üzere kendini hemen belli ediyor bu ayrıcalık... 
Emine Çiğdem Tugay - Arkeolog-Yazar

Yazılarınızı büyük bir merak, dikkat ve sevinçle izliyorum. Bizimle hem geçmişteki Ada yaşantınızdaki o güzelim günleri hem yenilerde yazdığınız anılarınızı paylaştığınız  için çok teşekkür ederim.
Handan  Altıneller

Yazılarınızı büyük dikkat ve keyifle okudum Sağ olun var olun.
Haluk Direskeneli

Bilgi-yaşanmışlık-görgü! Sizin adaların kıdemli bir üyesi olarak gelecek nesillere tüm bu yaşanmış deneyimlerinizi o tatlı dilinizle aktarmanızı ve bunu kalıcı bir şekilde yapmanızı canı gönülden diliyorum.
Op.Dr.Baki Çokneşeli

Ada'nın eski ve unutulamayacak günlerinden bugüne intikal eden serüvenini çok anlamlı ve veciz bir biçimde nakletmişsiniz. Bu Hatıralarınız büyük ehemmiyet taşıyor. Tasvir kabiliyetinizi tebrik ederek, saygı ve sevgilerimi sunuyorum.
Ediz Hun  Eski Milletvekili

Yaşadığınız zamanı anlatan güncenizi büyük bir zevkle okudum. Kimi yerlerde ben de çocukluk ve gençlik yıllarıma gittim. Kısaca, yazdıklarınızın hepsi birbirinden anlamlı, güzel ve birbirini tamamlayan konular. Bunlar aralarında hiç birini ayırmadan, tümünü de beğendiğimi bilmenizi isterim.
Ahmet Tanrıverdi  Araştırmacı yazar

Güzel üslup ve akıcı Türkçe ile yazılmış hatıralarını büyük bir zevkle okudum. Bilmediğim birçok Musevi adetlerini de öğrendim.
M.Bedri Pekkip

Ellerinize, gönlünüze sağlık. Anılarınızdaki Büyükada'yı bizimle paylaştığınız için eşim ve ben teşekkür ederiz. İçimiz hüzün ve mutlulukla doldu. Satırlarınızı okurken bir belgesel filmin içinde bulduk adeta kendimizi.
Avukat Emre Saka                

Öncelikle adadaki yaşamınızı kaleme alarak, tarihe bıraktıklarınız ve bırakacaklarınız çok kıymetli. Hafızanıza sağlık. 
Eda Yiğit MüzeYönetici Asistanı

Bu yazdığınız çok güzel. Hem nostaljik hem de bir donemin yaşamını çok güzel tasvir eden bir yazı.
Metin Delevi - Araştırmacı yazar

Zevkle okudum, haz duydum, neşelendim, bazen de dünle bugünü karşılaştırıp üzüldüm. Tebrikler, eline sağlık.
Naim Güleryüz - Müze Kuratörü, Araştırmacı Yazar
  
Yaşadığınız zamanı anlatan güncenizi büyük bir zevkle okudum. Kimi yerlerde ben de çocukluk ve gençlik yıllarıma gittim
Ahmet Tanrıverdi  Araştırmacı yazar







12 Ocak 2014 Pazar

62- BİR DEVİR KAPANIYOR



İstanbul’un nüfusu, doğduğum 1931 yıllarında, Türkiye nüfusunun yirmide birine tekabül eden 750 bin kişi olarak hesaplanmıştı ve bunun yarısı azınlık addediliyordu. Bu azınlık vatandaşlarımızın çoğu 1934 Trakya olayları, 1940 Salvator teknesinin batması,1941 Yirmi Kura Askerliği, 1942 Struma gemisi faciası, 1942 Varlık Vergisi, 1955   6-7 Eylül Olayları veya Kıbrıs meselesi gibi değişik sebeplerden tedirgin olup memleketten ayrılmış olmalarına rağmen, kalan 375 bin İstanbul nüfusu, o tarihlerde ve sonrasında Anadolu’dan gelip yerleşenlerle beraber kısa zamanda milyonları buldu ve İstanbul-Türkiye oranı beşte bir olarak değişti.

Bu oranın değişmesine sebep olarak, 1950’lerde İstanbul’a yeni bir çehre kazandırmak için başlatılan imar faaliyeti, İstanbul ve civarındaki sanayileşme hareketi ve azınlıkların şehri terk etmeleriyle boş bıraktıkları iş sahalarını devralanlar gösterilse de bugüne kadar ve halen, yılda dört yüz bin kişinin ‘taşı-toprağı altın’ olan İstanbul’a gelmekte olduğu söylenir.

2010 yılında Türkiye nüfusu yaklaşık 75 milyon iken, mega şehir İstanbul 15 milyondu; demek ki, bu oran aynen, beşte bir olarak devam etmekte…

Büyük şehirde yaşamayı medeni bir yaşam şekli, toprağa yakın olmayı ise ilkellik addeden zihniyet, şehir içinde köşe bucakta bulunan büyük-küçük arsaları, meyve-sebze tarlalarını, çiçek bahçelerini, plansız ve ucuz inşaatlarla ezerek yok etti.

Geceden sabaha doğan bu tür derme çatma mahallelere rağmen devamlı gelenleri kaldıramayan şehrimiz, bir taraftan sınırlarına yeni ilçeler katarak yanlamasına doğru büyürken, diğer taraftan da şehrin ortasında kule binalar, cam kafes apartmanlar, gökdelen yüksekliğinde dev inşaatların altında boğulmaya başladı.

Yeni ve modern mahalleler, Trakya’nın veya Anadolu’nun verimli arazilerinin yakınında kurulsaydı, tarım ve hayvancılık yurdumuzda çok daha güzel bir şekilde gelişmiş olurdu ve İstanbul gibi denizler ve kıtalar arasında kurulmuş bu tarih dolu antik şehrin paha biçilmez Bizans ve Osmanlı yadigârı görkemli silueti, yeni inşaatların beton yığınları arasında gömülerek küçülmezdi.

Şüphesiz ki, İstanbul’un bir ilçesi olan Büyükada da bundan nasibini almalıydı.

Ada halkı, nezaketen İstanbul’dan taşan kişilere derhal kucak açtı ve süratle bayındırlık işlerine girişti.

Köşklerini çok konutlu yapıya dönüştürerek, seyis ve atlara mahsus müştemilatlarını apartman dairesi haline sokarak, ahşap köşkleri çevreleyen bol meyveli ve nefis kokulu çiçekli bahçelerden ifraz edilen topraklar üzerine beton bloklar yükselterek, gelenlerin iskânına yardımcı oldu.

Hizmetler, mecburen binek atı yerine motorlu vasıtalarla, deniz yolculuğu da, sıklaşan ve kalabalıklaşan şehre gidip gelme ihtiyacından dolayı, yanmış mazot dumanı ve uğultu üreten teknelerle yapıldığından, Ada, köy özelliğini tamamıyla yitirmektedir.

Neticede Büyükada’mız, bir dinlenme-sayfiye ve mesire yeri görünümünden ziyade, bitişik nizam yapıdaki bir İstanbul mahallesine benzemek yolunda…

Tahminimce, şehirden uzatılan doğal gaz şebekesi, sonun başlangıcı oldu.

Çocukken, toz bulutu yaratmak hevesiyle ayakkabımızın uç kısmındaki deriyi delip başparmağımızı kanatacak derecede dikine sürterek, iha, iha, iha diye anırarak deştiğimiz Büyükada’nın kına rengindeki demir oksitli toprağının üstü, değişik gaye ve malzemelerle örtüldü, kat kat betonla kapatıldı, katranla maziye gömüldü, yok oldu, unutuldu, gitti, bitti...

Anlatmaya çalıştığım 1931-1961 döneminde ise Ada iskelesinin varış rıhtımında bekleyen yeşil üniformalı polisimiz Hilmi Baba ve kahve renkli üniformalı bekçimiz Recep Dayı, vapurdan çıkan yolcunun gözünün içine tek tek bakar, beğenmediği kişiyi Ada’ya sokmaz, geri gönderirdi.

Son yıllarda eskiden kendine has bir köy yaşantısı olan bu toprağımızı, tüm dünya vatandaşları ‘turizm’ adına gün be gün eze eze ve ‘sorma gir’ serbestliğiyle gide gele, aşina olmadığımız Orta Doğu ve Uzak Doğu medeniyetlerini tanıttılar Ada halkına.

Öte yandan şehirlerimizde, sayfiye ortamı taklit edilerek planlanan bahçeli-havuzlu siteler çoğaldı. Birçok aile, senede iki defa göç külfetiyle ev değiştirmek istemiyor artık. Buna, gençlerin otomobil sevdası ve Ege-Akdeniz yöresinde açılan konforlu lüks otellerin cazibesi de eklenince, campagne (sayfiye-köy) diye nitelenen, nostaljik, biraz da ilkel bir hayat yaşamanın tadını arayan hevesliler, gitgide azaldı, belki de kalmadı.

10 Ocak 2014 Cuma

61 – NOSTALJİ MÜZESİ

Ada evleri, kışın genellikle kapalı kaldıklarından her bahar mevsimi geldiğinde bakım gerektirir. Çocukluğumda, dedem tamir işleriyle uğraşırken beni yanına çırak olarak çalıştırmasından olsa gerek, onarma hevesim gelişti. Savaş yıllarından etkilendiğim ‘bir gün lâzım olur’ veya ‘bozulan bu eşyayı ilerde tamir ederim’ düşüncesi saplantı derecesine varan, kulanım dışı, atılması gereken ‘gereksiz eşyayı saklama hastalığı’ bende o kadar müzmin oldu ki, 2002 yılının Ağustos ayında, biriktirdiğim bunca eşyayı ‘Nostalji Müzesi’ adı altında Büyükada’daki evimin bir katında sergilemeye kadar götürdü. (Şalom Gazetesi, 21.08.2002)

Altı yıl boyunca dostlarıma müzemi gezdirmekten ve her bir eşyanın hatırasını özlemle anlatmaktan, dolayısıyla o eşyayı anmaktan, onunla tekrar yaşamaktan ve onu yaşatmaktan büyük zevk aldım ve gurur duydum.

“Nostaljik” Müzem açılış konuşması:
  
Eski mekanik eşyalara
Verdiğim sevgi ve aşkımdan                   
Yakınır hep yakınlarım.                            

Kullanılmış asırlık bir edevata                 
Sıcak bir bakışla yaklaştığımda,              
Ona hayat verdiğimi
Hep hayal etmişimdir. . .               

Vim, Kaol, gazla okşanmaktan
Son derece hoşlanan                               
Bütün bu objelerin,                                   
Ruh sahibi olduklarına                            
‘Delice bir düş’ olsa da                             
İnananlardanım.                                        

Hep de yakınır yakınlarım                        
Çeşitli hobilerimden.

Son çılgınlığım ise dostlarım,                  
Sizlere şimdi sunacağım:                         
Minik “Nostalji” müzem.
                                  
            Pour nos amis francophones  (Fransız misafirlerimiz için)

                                   Mes proches, me reprochent souvent
                                   Qu’envers les anciens objets
Je suis très poli.

M’étant persuadé
Qu’ils ont leur vie
Et qu’ils se fâcheront, “qu’elle phobie”
S’ils ne seront pas bien vue...

Je les maintiens et les soigne
Comme mes enfants chéris;
Les caressant souvent
Avec du Caol, ou du Vim,
Afin de leur donner
Un éclat plus poli.

Mes proches, me reprochent aussi
                        D’avoir plusieurs hobbies.
Eh bien mes chers amis,
Voilà une de mes dernières folies:
Mon petit musée “Nostalgie”.

Maalesef üç yıl kadar evvel, ‘müze’ için tahsis ettiğim dairenin bir bölümünü tekrar ikametgâh olarak kullanmak üzere tadil etmeye başladım ve tüm bu eşyaları paketledim. Yine de ‘Nostalji’ adlı müzem; adalarımızda mevcut ve müzeye dönüştürülen Heybeliada’daki yazar Hüseyin Rahmi Gürpınar evi, Burgazada’daki yazar Sait Faik Abasıyanık evi, Büyükada’daki yazar Reşat Nuri Güntekin evi ve Heybeliada’daki İsmet İnönü evleri dışında adalarda açılan ilk eşya müzesi sıfatını almıştır.


9 Ocak 2014 Perşembe

60 - HEVES ZİNCİRİM

‘Telgraf direkleri felsefesini benimsedikten sonra, ‘nasıl olsa problemlerim bitmeyecek, yaratacaklarımı da çözerim’ düşüncesiyle korkusuzca, değişik işlere girişip sırtıma yeni dertler yüklemeyi vazife edindim. Çalışmayı ‘mecburi görev’ olarak değil de, tırmanmam gereken ‘heves zincirimin birer halkası’ olarak benimsedim. Karşıma çıkan gerekli veya gereksiz olayları bu şekilde kabullenerek çözdüm ve huzur buldum.

Büyükada’da yaşamış olduğum hareketli hayatın fırsat verdiği bunca değişik hobilerle uğraşırken, mutlu bir yaşamın sırrının ‘heves üretme sürecinde’ olduğu neticesine vardım ve aşağıdaki naçizane şiiri kaleme aldım.

HEVES ZİNCİRİM

Öğlen güneşi tepeden süzülürken,
Gölgeler henüz yere uzanırken,
Tutsak alır beni, dün geceki HEVESİM.
Uyanır o an zihnim, coşar ümitlerim.

Değişik müzikler, farklı sesler,
Değişik diyarlar, farklı renkler,
Değişik şekiller, farklı zevkler,
Engel tanımayan yeni fikirler.

İlk nefesimden bu yana geçen
Yirmi altı bin üç yüz bir gecem,
Yarı uykulu, coşkulu düşler,
Sonsuzdan yanıp sönen, tatlı hayaller.

Mutlu bir yarın için, şimdiden
Yaratmam gerek, bir uğraş bir neden.
Bir halka parlar HEVES ZİNCİRİMDEN,
Nur’undan aydınlanır ruhum, aniden.

Ve NUR der ki bana: Yaz! Çiz! Onar! Düşün!
Gün doğar bir dost sorar: ‘‘Yok mu başka işin?
Gez, yat, kart oyna, Ti-Vi seyret, kardeşim!’’
Bu öğüt verene, acırım ben, için için.

Zor bir durum takılsa da aklıma,
Yük olmaz, şevk verir, heyecan katar ruhuma.
Ve ilham perisi gelip, çözdüğüm zaman,
Mutluluk iksiri akar kanıma.

Gurup vakti… Rengârenk… Güneş batıyor…
Uzak bir ülkede, yeni dostlarla,
Değişik kültürden, yabancılarla
Olsam da, bir gecem doğuyor… Ebrulardan…

Ve yeni umutlar, tatlı hayaller
İşte bir ışık: HEVES ZİNCİRİMDEN!
Yarınki yaşam hırsım için, şimdiden
Yaratmam gerek bir uğraş, bir neden.

Usanmadan, halkalar takmakla ZİNCİRİME
Tüm hayal ettiklerim gerçekleşmediyse de
Şarkı söyler, raks eder gönlümdeki çiçekler,
Mest olup renklenirler, HEVES ürettiğimde.

Lakin bilemedim dostlar, bu yaşa kadar
ZİNCİRİN emaneten bende bulunduğuna.
Son nefesimden evvel alınmamasına
Duam olsun bundan sonra ULU YARADANA.        Mart 2003



7 Ocak 2014 Salı

59 - TELGRAF DİREKLERİ

Delikanlı yaşlarımda başladığım ticaret hayatımın ilk yıllarında henüz tanımadığım değişik dertler, yeni sorunlar durmadan birbirlerini kovalamaya başlamıştı ve bunlar bana ağır geliyordu. Biri halledilemeden hemen yenisi çıkıveriyordu. Babam, yüzümdeki yumuşak çocuksu hatlarımın derin çizgilere dönüşmesinden, dertli olduğumu derhal fark ederdi. Hele, ümit ettiğim neticeyi alamadığım günlerde…

Böyle durumlarda babam, değişik örneklerle, ticaretin bir spor olduğunu, kazanmak gibi kaybetmenin de kaçınılmazlığını ve hatta benim kaybettiklerimle başkasını mesut ettiğimi, edebi ve felsefi güzel cümlelerle anlatır, endişelerimi yatıştırırdı. Sonunda da “Koş git aynaya bak, alnındaki çizgiler ütülendi,” diyerek moral verirdi.

Yine de babama, “Filanca işi bin bir zorlukla henüz hallettikten sonra, yenisi çıkıverdi,” diye yakındığım günlerin birinde, onun, Birinci Dünya Savaşı sırasında Suriye’de askerlik vazifesini yaparken tren yollarında gözlemlediği ve bugüne kadar da hiçbir zaman aklımdan çıkarmadığım bir benzetmesi, içimi ferahlatmıştı.

“Dertler” demişti babam, “hiçbir zaman bitmeyecek çünkü karmaşık olan ve zor çözdüğümüz büyük bir problemimizi halledip ferahladıktan hemen sonra, o ana kadar önemsemediğimiz küçük problemler, gözümüzün önünde kocaman olarak gözükür. Bu durum, Halep ile Şam arasındaki demiryolu boyunca hat kenarında gördüğüm telgraf direkleri gibidir. Küçük gibi görünen uzaktaki bir direk, trenle yakınına vardığımızda büyüdüğü gibi, onu geçtikten sonra bize yaklaşan ve uzakta olduğu için biraz evvel küçük gibi görünen diğer direğe vardığımızda, o da gözümüze kocaman olarak görünür. Hayat boyu bu böyle devam eder ve unutma ki, daha iyi yaşamak hevesiyle ve usanmadan yarattığımız yeni problemleri çözdüğümüz süreç içinde yaşamdan zevk almaktayız.”

Ve şimdi, çocuk yaşlardayken, babamın vermek istediği tüm nasihatleri can kulağıyla dinleyeceğime, karıncaları saymakla kaçırmış olduğum güzel sözlerine üzülüyorum.


5 Ocak 2014 Pazar

58 - MÜMTAZ SİMALAR

Büyükada’da yaşanan önemli bir olay, 5 Ağustos 1959 günü dünya çapında meşhur dört şahsın Splendit Oteli önündeki sahili ziyaret etmeleriydi. Bu vesileyle biz Adalılar, Anadolu Kulübü ile Ada İskelesi arasındaki su şeridini bir deniz panayırına çevirmiştik. İrili ufaklı çeşitli teknelerle, tepesinde bir de uçağı bulunan lüks Christina adlı yatın yakınına sokulup meşhurları yakından görebilmek için yarışıyorduk. Bu dört meşhur kişi, o günkü Başbakanımız Adnan Menderes, İngiltere eski Başbakanı Winston Churchill, dünya zengini armatör ve Olympic Hava Yolları’nın kurucusu, sonradan Jacklyne Kennedy ile evlenecek olan Aristotle Onassis ve Onassis’in o günkü sevgilisi dünyaca meşhur Soprano Maria Callas idi.

Ben Başbakan Adnan Menderes’i ilk olarak 1955 yılında, en ihtişamlı devrinde, Verdi Limited’in Tuzla tesislerindeki Jeep Otomobil Fabrikası’nın açılış töreninde görmüştüm. Bütün alkışlar onun içindi. Ada’ya geldikleri gün ise Ada halkından gelen alkışları, yaptığı el kol hareketleri ve ağzından düşürmediği koca purosuyla Sir Winston Churchill topluyordu. Başbakan Adnan Menderes suskundu. Tekrar Adamızın sularında bulunması ise iki yıl kadar sonra 16 Eylül 1961 günü oldu.

O gün eşimle birlikte İsa Tepesi’nden Lunapark’a doğru yürüyüş yapıyorduk. Manzara seyir noktasındaki keskin kayalardan, Marmara’nın sonbahar günlerine has gizemli ve sakin sularını seyre dalmışken, Yassıada istikametinden, alışılmamış yoğunlukta bir deniz kuvvetleri konvoyu çıkagelmişti. Konvoy, bir müddet sonra güneye doğru ‘Viranbağı’ burnunun arkasında gözden kaybolmuştu.

Adnan Menderes ertesi gün, 17 Eylül 1961’de İmralı Adası’nda asılmıştı.


2 Ocak 2014 Perşembe

57 – KADIN İSTERSE

Yeni evli olarak Ada’da geçirdiğimiz ilk yıllarda genellikle akşamları vapur çıkışında buluşup Milto’da, Bebeko’da, Façyo’da veya Orman Birahanesi’nde yemek yer, Meşhur Saraylı Hanım'ın veya sahildeki İnci pastanesinde oturup konuşmamıza devam ederdik.

O yılın baharında Nimet’i gururla koluma takıp Büyükada iskelesinde boy gösterirken onun adını henüz bilmeyen frankofon (Fransızca konuşan) dostlarım, eşime “Madam Albukrek” diye hitap ettiklerinde, ikimiz de arkamıza dönüp annemin yakınımızda olup olmadığına bakardık. Çünkü annemden başka bir Madam Albukrek olabileceğini tasavvur edemiyorduk. Bugün dahi, Madam Albukrek dendiğinde, şuursuzca arkama bakıp annemi aradığım oluyor.

Nimet’le tanıştığımız o günden bugüne kadar, beraber geçirdiğimiz elli sekiz yıl sonra dahi, halen konuşacak mevzu bulduğumuza, dostlarım kadar ben de şaşıyorum. Mutabık olmadığımız veya aynı mevzu üzerinde tekrar tekrar münakaşa ettiğimizde, ona annemden ‘troka lakirdi’yi veya babamdan ‘la kolika del perriko’yu hatırlatırım. İşte o zaman gergin hava yatışır ve mutlaka ikimize uygun orta yolu buluruz.

Mesela, Nimet bir ara kuzenlerinin ısrarıyla yaz mevsimini Büyükada yerine Burgaz Adası’nda geçirmek istemişti. Bu benim için şok olmuştu fakat onu kıramadım. Kısa bir müddet oralı olduysak da üç yıl sonra tekrar Büyükada’ya döndük.

Burgaz Adası’ndayken anne ve babamı ziyaret için Büyükada’ya geliyorduk.

Aralıklarla yapılan bu ziyaretler esnasında, hiçbir zaman yaşlanmayacağını sandığım büyüklerimizin yavaş yavaş erimekte olduklarını fark ediyordum. Yine de annem, ablamdan olan torunlarıyla, babam da yazdığı makalelerle veya kaleme aldığı ‘Mes amis les malades’ (Dost hastalarım),‘Propos d’un flaneur’ (Boş gezenden intibalar) kitaplarıyla oyalanır, durumlarından şikâyet etmezlerdi.

Hatta bahar geldiğinde, Ada yerlilerinden biri babama, “Biliyor musunuz Doktor Bey, bu sene yaşlandınız,” dediğinde, babam gülümseyerek “Aman benim için üzülmeyin, takvimin sahifeleri herkes için dönüyor,” diye cevaplandırıp durumu hafife alırdı.

Şimdi anlatmakta olduğum 1960 yıllarında, Marmara denizimizde, (burada okuyucularımı ve kendimi üzmemek için, adlarını zikretmekten kaçındığım, şimdi artık nesli tükenmiş) envai çeşit lezzetli balık yaşardı. Burgaz Adası’nda oturduğumuz yıllarda, Jak Sabah, Niso Mayorkas gibi ünlü amatör balıkçılarla tanışmış, ben de balık avcısı olmuştum.

Günlerden bir sabah, Adalar arasındaki akıntılı sularda, erkenden ‘kaşık’la (kaşığa benzeyen olta türü) tuttuğum bir düzine çinakopu güzelce temizledim, buza sardım ve avladığımı büyüklerime sunmak üzere, Burgaz Adası’ndan vapura bindik. Elimdeki buzlu paketi, vapur koltuklarının arkasındaki ağ örgülü bagajlığına özenle yerleştirdikten sonra koltuğuma gömüldüm.

Kısa bir yolculuktan sonra Büyükada’ya varıp rıhtımında yürürken çinakoplarımı gemide unuttuğumu fark ettim. Arkama baktım; Suvat vapuru yeni yolcusunu almış, Yalova’ya gitmek üzere iskeleden uzaklaşmıştı bile. Yapacak bir şey yoktu.

Akşamüstü ziyaret dönüşümüzde, bizi Burgazada’ya geri götürecek vapurun, aynı Suvat vapuru olduğunu sevinerek gördüm. Derhal sabah oturduğumuz yere koştum, paket yoktu. Kamarotu aradım, cevap aynen şöyleydi:


 -Aha baluklar senin miydu? Eyi temizlemişşun uşşağim! Biz onlari öğleyin Yalova iskelesunde kizartup, çimacu arkadaşlarla beraber yeduk. Bir de raki alduk, iştuk. Ver şimdi yetmişlik rakinun parasinu bakalum!