12 Ocak 2014 Pazar

62- BİR DEVİR KAPANIYOR



İstanbul’un nüfusu, doğduğum 1931 yıllarında, Türkiye nüfusunun yirmide birine tekabül eden 750 bin kişi olarak hesaplanmıştı ve bunun yarısı azınlık addediliyordu. Bu azınlık vatandaşlarımızın çoğu 1934 Trakya olayları, 1940 Salvator teknesinin batması,1941 Yirmi Kura Askerliği, 1942 Struma gemisi faciası, 1942 Varlık Vergisi, 1955   6-7 Eylül Olayları veya Kıbrıs meselesi gibi değişik sebeplerden tedirgin olup memleketten ayrılmış olmalarına rağmen, kalan 375 bin İstanbul nüfusu, o tarihlerde ve sonrasında Anadolu’dan gelip yerleşenlerle beraber kısa zamanda milyonları buldu ve İstanbul-Türkiye oranı beşte bir olarak değişti.

Bu oranın değişmesine sebep olarak, 1950’lerde İstanbul’a yeni bir çehre kazandırmak için başlatılan imar faaliyeti, İstanbul ve civarındaki sanayileşme hareketi ve azınlıkların şehri terk etmeleriyle boş bıraktıkları iş sahalarını devralanlar gösterilse de bugüne kadar ve halen, yılda dört yüz bin kişinin ‘taşı-toprağı altın’ olan İstanbul’a gelmekte olduğu söylenir.

2010 yılında Türkiye nüfusu yaklaşık 75 milyon iken, mega şehir İstanbul 15 milyondu; demek ki, bu oran aynen, beşte bir olarak devam etmekte…

Büyük şehirde yaşamayı medeni bir yaşam şekli, toprağa yakın olmayı ise ilkellik addeden zihniyet, şehir içinde köşe bucakta bulunan büyük-küçük arsaları, meyve-sebze tarlalarını, çiçek bahçelerini, plansız ve ucuz inşaatlarla ezerek yok etti.

Geceden sabaha doğan bu tür derme çatma mahallelere rağmen devamlı gelenleri kaldıramayan şehrimiz, bir taraftan sınırlarına yeni ilçeler katarak yanlamasına doğru büyürken, diğer taraftan da şehrin ortasında kule binalar, cam kafes apartmanlar, gökdelen yüksekliğinde dev inşaatların altında boğulmaya başladı.

Yeni ve modern mahalleler, Trakya’nın veya Anadolu’nun verimli arazilerinin yakınında kurulsaydı, tarım ve hayvancılık yurdumuzda çok daha güzel bir şekilde gelişmiş olurdu ve İstanbul gibi denizler ve kıtalar arasında kurulmuş bu tarih dolu antik şehrin paha biçilmez Bizans ve Osmanlı yadigârı görkemli silueti, yeni inşaatların beton yığınları arasında gömülerek küçülmezdi.

Şüphesiz ki, İstanbul’un bir ilçesi olan Büyükada da bundan nasibini almalıydı.

Ada halkı, nezaketen İstanbul’dan taşan kişilere derhal kucak açtı ve süratle bayındırlık işlerine girişti.

Köşklerini çok konutlu yapıya dönüştürerek, seyis ve atlara mahsus müştemilatlarını apartman dairesi haline sokarak, ahşap köşkleri çevreleyen bol meyveli ve nefis kokulu çiçekli bahçelerden ifraz edilen topraklar üzerine beton bloklar yükselterek, gelenlerin iskânına yardımcı oldu.

Hizmetler, mecburen binek atı yerine motorlu vasıtalarla, deniz yolculuğu da, sıklaşan ve kalabalıklaşan şehre gidip gelme ihtiyacından dolayı, yanmış mazot dumanı ve uğultu üreten teknelerle yapıldığından, Ada, köy özelliğini tamamıyla yitirmektedir.

Neticede Büyükada’mız, bir dinlenme-sayfiye ve mesire yeri görünümünden ziyade, bitişik nizam yapıdaki bir İstanbul mahallesine benzemek yolunda…

Tahminimce, şehirden uzatılan doğal gaz şebekesi, sonun başlangıcı oldu.

Çocukken, toz bulutu yaratmak hevesiyle ayakkabımızın uç kısmındaki deriyi delip başparmağımızı kanatacak derecede dikine sürterek, iha, iha, iha diye anırarak deştiğimiz Büyükada’nın kına rengindeki demir oksitli toprağının üstü, değişik gaye ve malzemelerle örtüldü, kat kat betonla kapatıldı, katranla maziye gömüldü, yok oldu, unutuldu, gitti, bitti...

Anlatmaya çalıştığım 1931-1961 döneminde ise Ada iskelesinin varış rıhtımında bekleyen yeşil üniformalı polisimiz Hilmi Baba ve kahve renkli üniformalı bekçimiz Recep Dayı, vapurdan çıkan yolcunun gözünün içine tek tek bakar, beğenmediği kişiyi Ada’ya sokmaz, geri gönderirdi.

Son yıllarda eskiden kendine has bir köy yaşantısı olan bu toprağımızı, tüm dünya vatandaşları ‘turizm’ adına gün be gün eze eze ve ‘sorma gir’ serbestliğiyle gide gele, aşina olmadığımız Orta Doğu ve Uzak Doğu medeniyetlerini tanıttılar Ada halkına.

Öte yandan şehirlerimizde, sayfiye ortamı taklit edilerek planlanan bahçeli-havuzlu siteler çoğaldı. Birçok aile, senede iki defa göç külfetiyle ev değiştirmek istemiyor artık. Buna, gençlerin otomobil sevdası ve Ege-Akdeniz yöresinde açılan konforlu lüks otellerin cazibesi de eklenince, campagne (sayfiye-köy) diye nitelenen, nostaljik, biraz da ilkel bir hayat yaşamanın tadını arayan hevesliler, gitgide azaldı, belki de kalmadı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder