İstanbul’un nüfusu, doğduğum 1931
yıllarında, Türkiye nüfusunun yirmide birine tekabül eden 750 bin kişi olarak
hesaplanmıştı ve bunun yarısı azınlık addediliyordu. Bu azınlık vatandaşlarımızın
çoğu 1934 Trakya olayları, 1940 Salvator teknesinin batması,1941 Yirmi Kura
Askerliği, 1942 Struma gemisi faciası, 1942 Varlık Vergisi, 1955 6-7 Eylül Olayları veya Kıbrıs meselesi gibi
değişik sebeplerden tedirgin olup memleketten ayrılmış olmalarına rağmen, kalan
375 bin İstanbul nüfusu, o tarihlerde ve sonrasında Anadolu’dan gelip
yerleşenlerle beraber kısa zamanda milyonları buldu ve İstanbul-Türkiye oranı beşte
bir olarak değişti.
Bu oranın değişmesine sebep olarak, 1950’lerde İstanbul’a
yeni bir çehre kazandırmak için başlatılan imar faaliyeti, İstanbul ve civarındaki
sanayileşme hareketi ve azınlıkların şehri terk etmeleriyle boş bıraktıkları iş
sahalarını devralanlar gösterilse de bugüne kadar ve halen, yılda dört yüz bin
kişinin ‘taşı-toprağı altın’ olan İstanbul’a gelmekte olduğu söylenir.
2010 yılında Türkiye nüfusu yaklaşık 75 milyon iken, mega
şehir İstanbul 15 milyondu; demek ki, bu oran aynen, beşte bir olarak devam
etmekte…
Büyük şehirde yaşamayı medeni bir yaşam şekli, toprağa yakın
olmayı ise ilkellik addeden zihniyet, şehir içinde köşe bucakta bulunan
büyük-küçük arsaları, meyve-sebze tarlalarını, çiçek bahçelerini, plansız ve
ucuz inşaatlarla ezerek yok etti.
Geceden sabaha doğan bu tür derme çatma mahallelere rağmen devamlı
gelenleri kaldıramayan şehrimiz, bir taraftan sınırlarına yeni ilçeler katarak yanlamasına
doğru büyürken, diğer taraftan da şehrin ortasında kule binalar, cam kafes apartmanlar,
gökdelen yüksekliğinde dev inşaatların altında boğulmaya başladı.
Yeni ve modern mahalleler, Trakya’nın veya Anadolu’nun verimli
arazilerinin yakınında kurulsaydı, tarım ve hayvancılık yurdumuzda çok daha
güzel bir şekilde gelişmiş olurdu ve İstanbul gibi denizler ve kıtalar arasında
kurulmuş bu tarih dolu antik şehrin paha biçilmez Bizans ve Osmanlı yadigârı
görkemli silueti, yeni inşaatların beton yığınları arasında gömülerek küçülmezdi.
Şüphesiz ki, İstanbul’un bir ilçesi olan Büyükada da bundan nasibini
almalıydı.
Ada halkı, nezaketen İstanbul’dan taşan kişilere derhal kucak
açtı ve süratle bayındırlık işlerine girişti.
Köşklerini çok konutlu yapıya dönüştürerek, seyis ve atlara
mahsus müştemilatlarını apartman dairesi haline sokarak, ahşap köşkleri
çevreleyen bol meyveli ve nefis kokulu çiçekli bahçelerden ifraz edilen topraklar
üzerine beton bloklar yükselterek, gelenlerin iskânına yardımcı oldu.
Hizmetler, mecburen binek atı yerine motorlu vasıtalarla, deniz
yolculuğu da, sıklaşan ve kalabalıklaşan şehre gidip gelme ihtiyacından dolayı,
yanmış mazot dumanı ve uğultu üreten teknelerle yapıldığından, Ada, köy
özelliğini tamamıyla yitirmektedir.
Neticede Büyükada’mız, bir dinlenme-sayfiye ve mesire yeri
görünümünden ziyade, bitişik nizam yapıdaki bir İstanbul mahallesine benzemek
yolunda…
Tahminimce, şehirden uzatılan doğal gaz şebekesi, sonun başlangıcı
oldu.
Çocukken, toz bulutu yaratmak hevesiyle ayakkabımızın uç
kısmındaki deriyi delip başparmağımızı kanatacak derecede dikine sürterek, iha,
iha, iha diye anırarak deştiğimiz Büyükada’nın kına rengindeki demir oksitli
toprağının üstü, değişik gaye ve malzemelerle örtüldü, kat kat betonla
kapatıldı, katranla maziye gömüldü, yok oldu, unutuldu, gitti, bitti...
Anlatmaya çalıştığım 1931-1961 döneminde ise Ada iskelesinin
varış rıhtımında bekleyen yeşil üniformalı polisimiz Hilmi Baba ve kahve renkli üniformalı bekçimiz Recep Dayı, vapurdan çıkan yolcunun
gözünün içine tek tek bakar, beğenmediği kişiyi Ada’ya sokmaz, geri gönderirdi.
Son yıllarda eskiden kendine has bir köy yaşantısı olan bu
toprağımızı, tüm dünya vatandaşları ‘turizm’ adına gün be gün eze eze ve ‘sorma
gir’ serbestliğiyle gide gele, aşina olmadığımız Orta Doğu ve Uzak Doğu
medeniyetlerini tanıttılar Ada halkına.
Öte yandan şehirlerimizde, sayfiye
ortamı taklit edilerek planlanan bahçeli-havuzlu siteler çoğaldı. Birçok aile,
senede iki defa göç külfetiyle ev değiştirmek istemiyor artık. Buna, gençlerin
otomobil sevdası ve Ege-Akdeniz yöresinde açılan konforlu lüks otellerin
cazibesi de eklenince, campagne (sayfiye-köy)
diye nitelenen, nostaljik, biraz da ilkel bir hayat yaşamanın tadını arayan
hevesliler, gitgide azaldı, belki de kalmadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder