2 Ocak 2014 Perşembe

57 – KADIN İSTERSE

Yeni evli olarak Ada’da geçirdiğimiz ilk yıllarda genellikle akşamları vapur çıkışında buluşup Milto’da, Bebeko’da, Façyo’da veya Orman Birahanesi’nde yemek yer, Meşhur Saraylı Hanım'ın veya sahildeki İnci pastanesinde oturup konuşmamıza devam ederdik.

O yılın baharında Nimet’i gururla koluma takıp Büyükada iskelesinde boy gösterirken onun adını henüz bilmeyen frankofon (Fransızca konuşan) dostlarım, eşime “Madam Albukrek” diye hitap ettiklerinde, ikimiz de arkamıza dönüp annemin yakınımızda olup olmadığına bakardık. Çünkü annemden başka bir Madam Albukrek olabileceğini tasavvur edemiyorduk. Bugün dahi, Madam Albukrek dendiğinde, şuursuzca arkama bakıp annemi aradığım oluyor.

Nimet’le tanıştığımız o günden bugüne kadar, beraber geçirdiğimiz elli sekiz yıl sonra dahi, halen konuşacak mevzu bulduğumuza, dostlarım kadar ben de şaşıyorum. Mutabık olmadığımız veya aynı mevzu üzerinde tekrar tekrar münakaşa ettiğimizde, ona annemden ‘troka lakirdi’yi veya babamdan ‘la kolika del perriko’yu hatırlatırım. İşte o zaman gergin hava yatışır ve mutlaka ikimize uygun orta yolu buluruz.

Mesela, Nimet bir ara kuzenlerinin ısrarıyla yaz mevsimini Büyükada yerine Burgaz Adası’nda geçirmek istemişti. Bu benim için şok olmuştu fakat onu kıramadım. Kısa bir müddet oralı olduysak da üç yıl sonra tekrar Büyükada’ya döndük.

Burgaz Adası’ndayken anne ve babamı ziyaret için Büyükada’ya geliyorduk.

Aralıklarla yapılan bu ziyaretler esnasında, hiçbir zaman yaşlanmayacağını sandığım büyüklerimizin yavaş yavaş erimekte olduklarını fark ediyordum. Yine de annem, ablamdan olan torunlarıyla, babam da yazdığı makalelerle veya kaleme aldığı ‘Mes amis les malades’ (Dost hastalarım),‘Propos d’un flaneur’ (Boş gezenden intibalar) kitaplarıyla oyalanır, durumlarından şikâyet etmezlerdi.

Hatta bahar geldiğinde, Ada yerlilerinden biri babama, “Biliyor musunuz Doktor Bey, bu sene yaşlandınız,” dediğinde, babam gülümseyerek “Aman benim için üzülmeyin, takvimin sahifeleri herkes için dönüyor,” diye cevaplandırıp durumu hafife alırdı.

Şimdi anlatmakta olduğum 1960 yıllarında, Marmara denizimizde, (burada okuyucularımı ve kendimi üzmemek için, adlarını zikretmekten kaçındığım, şimdi artık nesli tükenmiş) envai çeşit lezzetli balık yaşardı. Burgaz Adası’nda oturduğumuz yıllarda, Jak Sabah, Niso Mayorkas gibi ünlü amatör balıkçılarla tanışmış, ben de balık avcısı olmuştum.

Günlerden bir sabah, Adalar arasındaki akıntılı sularda, erkenden ‘kaşık’la (kaşığa benzeyen olta türü) tuttuğum bir düzine çinakopu güzelce temizledim, buza sardım ve avladığımı büyüklerime sunmak üzere, Burgaz Adası’ndan vapura bindik. Elimdeki buzlu paketi, vapur koltuklarının arkasındaki ağ örgülü bagajlığına özenle yerleştirdikten sonra koltuğuma gömüldüm.

Kısa bir yolculuktan sonra Büyükada’ya varıp rıhtımında yürürken çinakoplarımı gemide unuttuğumu fark ettim. Arkama baktım; Suvat vapuru yeni yolcusunu almış, Yalova’ya gitmek üzere iskeleden uzaklaşmıştı bile. Yapacak bir şey yoktu.

Akşamüstü ziyaret dönüşümüzde, bizi Burgazada’ya geri götürecek vapurun, aynı Suvat vapuru olduğunu sevinerek gördüm. Derhal sabah oturduğumuz yere koştum, paket yoktu. Kamarotu aradım, cevap aynen şöyleydi:


 -Aha baluklar senin miydu? Eyi temizlemişşun uşşağim! Biz onlari öğleyin Yalova iskelesunde kizartup, çimacu arkadaşlarla beraber yeduk. Bir de raki alduk, iştuk. Ver şimdi yetmişlik rakinun parasinu bakalum!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder