Yeni evli olarak Ada’da geçirdiğimiz ilk yıllarda genellikle
akşamları vapur çıkışında buluşup Milto’da, Bebeko’da, Façyo’da veya Orman
Birahanesi’nde yemek yer, Meşhur Saraylı Hanım'ın veya sahildeki İnci
pastanesinde oturup konuşmamıza devam ederdik.
O yılın baharında Nimet’i gururla koluma takıp Büyükada iskelesinde
boy gösterirken onun adını henüz bilmeyen frankofon
(Fransızca konuşan) dostlarım, eşime “Madam Albukrek” diye hitap
ettiklerinde, ikimiz de arkamıza dönüp annemin yakınımızda olup olmadığına
bakardık. Çünkü annemden başka bir Madam Albukrek olabileceğini tasavvur
edemiyorduk. Bugün dahi, Madam Albukrek dendiğinde, şuursuzca arkama bakıp
annemi aradığım oluyor.
Nimet’le tanıştığımız o günden bugüne kadar, beraber
geçirdiğimiz elli sekiz yıl sonra dahi, halen konuşacak mevzu bulduğumuza,
dostlarım kadar ben de şaşıyorum. Mutabık olmadığımız veya aynı mevzu üzerinde
tekrar tekrar münakaşa ettiğimizde, ona annemden ‘troka lakirdi’yi veya babamdan ‘la
kolika del perriko’yu hatırlatırım. İşte o zaman gergin hava yatışır ve
mutlaka ikimize uygun orta yolu buluruz.
Mesela, Nimet bir ara kuzenlerinin ısrarıyla yaz mevsimini
Büyükada yerine Burgaz Adası’nda geçirmek istemişti. Bu benim için şok olmuştu
fakat onu kıramadım. Kısa bir müddet oralı olduysak da üç yıl sonra tekrar
Büyükada’ya döndük.
Burgaz Adası’ndayken anne ve babamı ziyaret için Büyükada’ya
geliyorduk.
Aralıklarla yapılan bu ziyaretler esnasında, hiçbir zaman
yaşlanmayacağını sandığım büyüklerimizin yavaş yavaş erimekte olduklarını fark
ediyordum. Yine de annem, ablamdan olan torunlarıyla, babam da yazdığı
makalelerle veya kaleme aldığı ‘Mes amis
les malades’ (Dost hastalarım),‘Propos d’un flaneur’ (Boş gezenden
intibalar) kitaplarıyla oyalanır, durumlarından şikâyet etmezlerdi.
Hatta bahar geldiğinde, Ada yerlilerinden biri babama,
“Biliyor musunuz Doktor Bey, bu sene yaşlandınız,” dediğinde, babam
gülümseyerek “Aman benim için üzülmeyin, takvimin sahifeleri herkes için dönüyor,”
diye cevaplandırıp durumu hafife alırdı.
Şimdi anlatmakta olduğum 1960 yıllarında, Marmara denizimizde,
(burada okuyucularımı ve kendimi üzmemek için, adlarını zikretmekten kaçındığım,
şimdi artık nesli tükenmiş) envai çeşit lezzetli balık yaşardı. Burgaz Adası’nda
oturduğumuz yıllarda, Jak Sabah, Niso Mayorkas gibi ünlü amatör balıkçılarla
tanışmış, ben de balık avcısı olmuştum.
Günlerden bir sabah, Adalar arasındaki akıntılı sularda,
erkenden ‘kaşık’la (kaşığa benzeyen olta türü) tuttuğum
bir düzine çinakopu güzelce temizledim, buza sardım ve avladığımı büyüklerime
sunmak üzere, Burgaz Adası’ndan vapura bindik. Elimdeki buzlu paketi, vapur
koltuklarının arkasındaki ağ örgülü bagajlığına özenle yerleştirdikten sonra
koltuğuma gömüldüm.
Kısa bir yolculuktan sonra Büyükada’ya varıp rıhtımında
yürürken çinakoplarımı gemide unuttuğumu fark ettim. Arkama baktım; Suvat vapuru yeni yolcusunu almış,
Yalova’ya gitmek üzere iskeleden uzaklaşmıştı bile. Yapacak bir şey yoktu.
Akşamüstü ziyaret dönüşümüzde, bizi Burgazada’ya geri
götürecek vapurun, aynı Suvat
vapuru olduğunu sevinerek gördüm. Derhal sabah oturduğumuz yere koştum, paket
yoktu. Kamarotu aradım, cevap aynen şöyleydi:
-Aha baluklar senin
miydu? Eyi temizlemişşun uşşağim! Biz onlari öğleyin Yalova iskelesunde
kizartup, çimacu arkadaşlarla beraber yeduk. Bir de raki alduk, iştuk. Ver
şimdi yetmişlik rakinun parasinu bakalum!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder