18 Aralık 2013 Çarşamba

52- GID GID GIDAK…VE HAV HAV’LAR

Kapı komşumuz İstepan Efendi, balıkçılığa kadar kuş avına da meraklıydı ve evinde kocaman bir av köpeği beslerdi. Sapanca Gölü’nden avladığı kazları, bıldırcınları, bahçesinin bir köşesinde oturup keyifle yolar ve pişirip yerdi.

Bu hevesine ilaveten, günün birinde, Tophane’deki meşhur ‘Tavuk Pazarı’ndan satın aldığı iki düzine canlı tavuğu bahçesine salıverdi. Arada da birini yakalayıp pişirmek için, kan ter içinde peşlerinde koşardı. Can havliyle ve çığlıklar atarak kaçışan piliçlerden birini yakaladığında ise onu orta yerde acımasızca boğazlar, etrafı kan revan içinde bırakırdı.

Tavukların ortalığı yırtan çığlıkları ve görünen kanlı manzara karşısında annem, “Senin de benim de çocuklarımız var, bunu görmeleri güzel değil,” diye ikaz ettiğinde, İstepan Efendi kümesinden üç beş taze yumurta gönderip işi tatlıya bağlamasını bilirdi. Sinirli gününde ise, “Madam Albukrek, inzi çes gırnar harnavil (bana karışamazsın), inzi mi pargasinel (kızdırma beni), görmek istemiyorsan, bahçe duvarını yükselt,” dediğinde, annemin “Duvarı senin yükseltmen gerek,” cevabıyla komşular arasında fırtına kopardı.

Her bir sokağın bahşişle çalışan, gerektiğinde tulumba basan, kuyudan su çeken, bahçe süpüren, misafir geldiğinde karyola kurup söken, velhasıl evin ağır işlerini halleden birer ‘Efe’si vardı. ‘Tulumbacı’ olarak da adlandırdığımız bu seyyar işçilerin öğle yemekleri, mahalle sakinleri tarafından karşılanırdı. Yemeklerini, yeni bir işe arandığında konu komşu tarafından kolaylıkla görünebilmek için, genellikle sokak kapısının dış eşiğinde yerlerdi.

Bir keresinde komşu İstepan Efendi, (kümesinden gelen ağır kokudan dolayı annemin belediyeye şikâyet etmemesi için) avladığı bir ördeği temizleyerek hediye olarak göndermişti bize. Büyükannem, koca kuşu evirip çevirmiş; derisi üzerinde Şohet Efendi’nin (din kurallara uygun kesim yapan din adamı) mor renkteki mürekkebinin koşer (dinen makbul) mührünün izini aramış ve bulamayınca da: “Trefa! (dinen yasak) diye bağırarak, bunun derhal evden uzaklaştırılmasını istemişti. Komşumuz görmeden koca hayvanı, bahçenin dış kapı eşiğinde iş beklemekte olan tulumbacımız Şaban Efendi’ye yedirmiştik o gün.

Evimizin bulunduğu sokağın üst köşesinde Levanten bir aile olan dul Bayan Koresi ve evlenmemiş yetişkin iki kızı yaşardı. Onların da iri bir kurt köpeği vardı. Kürkündeki, zebraya benzer paralel gri çizgilerinden dolayı ben ona “Kaplan” derdim. Genç annelerimiz, Kanarya Sokağı köşesinden, biraz ötede oynayan çocuklarını seyrederken ve her biri ‘karganın en güzel yavrusu’ misali en akıllı çocuğun onunki olduğu inancıyla, yaptığı marifetleri fiyakalı bir şekilde birbirlerine anlatırlarken, Bayan Koresi’nin yaşlı kızları da geri kalmaz, köpeklerinin meziyetlerini sıralarlardı onlara.

Yazın, özel mamalarla aile ortamında ihtimamla beslenen birçok kedi ve köpek, ne yazık ki, sonbaharın gelmesiyle şehirdeki kışlık evlerine taşınanlar tarafından, bugün olduğu gibi o zamanlarda da sokağa terk ediliyorlardı. Okulların açılmasıyla tenhalaşan mahallelerden akın akın iskeleye inen bu öksüz kalmış hayvancıklar, çarşıda karınlarını doyurduktan sonra Saat Kulesi etrafında kümelenip aralarında dertleşirlerken gelip geçenden şefkat beklerler.

Bugüne kadar Adamızda birçok şey değişti fakat burada değişen bir şey yok!

Son yıllarda, Koresi’lerin köpeğine benzer, Kaplan’ın torunları olabilecek çizgili köpeklere rastlıyorum. Saat Meydanı’ndan her geçişimde, bu tür bir köpeği “Ne haber Kaplan?” diyerek okşadığımda, hemcinsleriyle olan mutat toplantısını yarıda kesip, evime kadar peşimden gelir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder