Kapı komşumuz İstepan Efendi, balıkçılığa kadar kuş avına da
meraklıydı ve evinde kocaman bir av köpeği beslerdi. Sapanca Gölü’nden avladığı
kazları, bıldırcınları, bahçesinin bir köşesinde oturup keyifle yolar ve
pişirip yerdi.
Bu hevesine ilaveten, günün birinde, Tophane’deki meşhur ‘Tavuk
Pazarı’ndan satın aldığı iki düzine canlı tavuğu bahçesine salıverdi. Arada da
birini yakalayıp pişirmek için, kan ter içinde peşlerinde koşardı. Can havliyle
ve çığlıklar atarak kaçışan piliçlerden birini yakaladığında ise onu orta yerde
acımasızca boğazlar, etrafı kan revan içinde bırakırdı.
Tavukların ortalığı yırtan çığlıkları ve görünen kanlı
manzara karşısında annem, “Senin de benim de çocuklarımız var, bunu görmeleri güzel
değil,” diye ikaz ettiğinde, İstepan Efendi kümesinden üç beş taze yumurta gönderip
işi tatlıya bağlamasını bilirdi. Sinirli gününde ise, “Madam Albukrek, inzi çes
gırnar harnavil (bana karışamazsın),
inzi mi pargasinel (kızdırma beni), görmek istemiyorsan, bahçe duvarını yükselt,”
dediğinde, annemin “Duvarı senin yükseltmen gerek,” cevabıyla komşular arasında
fırtına kopardı.
Her bir sokağın bahşişle çalışan, gerektiğinde tulumba basan,
kuyudan su çeken, bahçe süpüren, misafir geldiğinde karyola kurup söken, velhasıl
evin ağır işlerini halleden birer ‘Efe’si vardı. ‘Tulumbacı’ olarak da adlandırdığımız
bu seyyar işçilerin öğle yemekleri, mahalle sakinleri tarafından karşılanırdı. Yemeklerini,
yeni bir işe arandığında konu komşu tarafından kolaylıkla görünebilmek için, genellikle
sokak kapısının dış eşiğinde yerlerdi.
Bir keresinde komşu İstepan Efendi, (kümesinden gelen ağır kokudan
dolayı annemin belediyeye şikâyet etmemesi için) avladığı bir ördeği temizleyerek
hediye olarak göndermişti bize. Büyükannem, koca kuşu evirip çevirmiş; derisi üzerinde
Şohet Efendi’nin (din kurallara uygun
kesim yapan din adamı) mor renkteki mürekkebinin koşer (dinen makbul) mührünün izini aramış ve bulamayınca da: “Trefa!” (dinen yasak) diye bağırarak, bunun derhal evden uzaklaştırılmasını
istemişti. Komşumuz görmeden koca hayvanı, bahçenin dış kapı eşiğinde iş beklemekte
olan tulumbacımız Şaban Efendi’ye yedirmiştik o gün.
Evimizin bulunduğu sokağın üst köşesinde Levanten bir aile olan
dul Bayan Koresi ve evlenmemiş yetişkin iki kızı yaşardı. Onların da iri
bir kurt köpeği vardı. Kürkündeki, zebraya benzer paralel gri çizgilerinden dolayı
ben ona “Kaplan” derdim. Genç annelerimiz, Kanarya Sokağı köşesinden, biraz
ötede oynayan çocuklarını seyrederken ve her biri ‘karganın en güzel yavrusu’ misali
en akıllı çocuğun onunki olduğu inancıyla, yaptığı marifetleri fiyakalı bir şekilde
birbirlerine anlatırlarken, Bayan Koresi’nin yaşlı kızları da geri kalmaz, köpeklerinin
meziyetlerini sıralarlardı onlara.
Yazın, özel mamalarla aile ortamında ihtimamla beslenen birçok
kedi ve köpek, ne yazık ki, sonbaharın gelmesiyle şehirdeki kışlık evlerine taşınanlar
tarafından, bugün olduğu gibi o zamanlarda da sokağa terk ediliyorlardı. Okulların
açılmasıyla tenhalaşan mahallelerden akın akın iskeleye inen bu öksüz kalmış hayvancıklar,
çarşıda karınlarını doyurduktan sonra Saat Kulesi etrafında kümelenip aralarında
dertleşirlerken gelip geçenden şefkat beklerler.
Bugüne kadar Adamızda birçok şey değişti fakat burada
değişen bir şey yok!
Son yıllarda, Koresi’lerin köpeğine benzer, Kaplan’ın torunları
olabilecek çizgili köpeklere rastlıyorum. Saat Meydanı’ndan her geçişimde, bu tür
bir köpeği “Ne haber Kaplan?” diyerek okşadığımda, hemcinsleriyle olan mutat toplantısını
yarıda kesip, evime kadar peşimden gelir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder