Doğaya saygı ve sevgi babında, yarım asır evvelki bir olayı nakletmek
istiyorum: 1958 yılında, yeni evlendiğim günlerin birinde Boğaz’da gezinirken, çocukken
annemin bize kullandırtmadığı Troçki’nin bambu koltuklarının benzerini gördüm. Heyecanlandım
ve içimde aynılarını evime almak arzusu belirdi o anda. Yeni ev kuruyordum ve
mobilyaya ihtiyacım vardı. Satıcısıyla tanıştıktan sonra imal ettiği diğer çeşitleri
görmek için kırmızı kamyonetiyle imalathanesine doğru yola çıktık.
Kamyonet Yalıboyu’ndan ayrılıp Çamlıca sırtlarına doğru tırmanırken
yol bitti, çayırlara daldık. Patika olması gereken çayır yolu, gri bir tozla kaplıydı.
Araba feci bir toz bulutu kaldırarak ilerlerken, artık nefes alamaz oldum. Arkamızdan
fışkırıp dağılan tozlar, etraftaki tüm ağaç ve bitkileri örtüyordu. Tabiat sanki
gömülmüştü.
Birkaç yüz metre gittikten sonra fabrika dediği gecekonduya vardığımızda,
kırmızı araba tamamen gri olmuştu. Atölyede, kuzey Anadolu yöresinden getirttikleri
kestane ağacının dallarını kaynar suda ısıttıktan sonra demir kalıplarla bükmekle
bambu taklidi rüstik mobilya imal ediliyordu. Satıcı, evvelce bu işi
memleketinde yaptıklarını, büyük şehirlere gönderilen malların çok beğenildiğini
övünerek anlatırken ailesinin kadın erkek tüm efradı el çabukluğuyla harıl
harıl çalışmaktaydı.
Bir ara satıcının sözünü kesip, biraz evvel yokuşu
çıkarken ciğerlerimi dolduran, ağzıma ve damağıma yapışan acı tozu sordum. Cevabı
basitti: “Kardeş,” dedi, “taşradan geldik, yerleştik ama yol toprak; kamyonet yokuşu
çıkınca toz kaldırıyor, mallar bozuluyor, cila tutmuyor; yağmur mevsimi gelmeden
yolu genişletelim dedik. Kardeşlerimle patikanın iki tarafına kireç döktük ve ortasına
on çuval çimento serptik. Bir yağmur yağdı mı, gel de gör beton yolumuzu! Cam gibi
olacak inşallah! Hem de, bizim memleket hep yeşil! Yeşili görmekten bıktık! İstanbullu
olmuşken artık betonu görelim! Öyle değil mi kardeş!”
Benzer düşünceler, evimin bahçesini restore ettiğimde de öne
sürülmüştü. Bahçemdeki ham toprak üzerine çok sevdiğim adamızın orijinal demir oksitli
temel taşını, aralarında aralıklar bırakarak yürüme yolu olarak döşediğimde, İstanbullu
olmayan kişiler, taş aralarında kalan toprağın görünmesinin çirkin olduğunu, taşlar
arasında ot biteceğini, dolayısıyla bahçeyi beton, granit, seramik, hatta asfaltla
kaplamak gerektiğini, böylece daha temiz görüneceğini vs. söylemişlerdi. Demek
onlar da aynı yeşil rengi görmekten bıkmış insanlardı.
Güzeli örtme alışkanlığından mı nedir, denizlerle çevrili
güzel İstanbul'umuzun değişik sahillerine, bilhassa adalarımızın ana karadan
olan muhteşem siluetini ve Ulu Tanrı’nın gözümüzün önüne cömertçe sunduğu, gün
boyu rengi ve şekli değişen hareketli sularımızın paha biçilmez görüntüsünü kapatmak
için gereksiz yerlere, gereksiz otoparklar, barakalar ve reklâm panoları dikiliyor.
Maviye bakmaktan bıkılmış gibi. Bu derme çatma inşaatlar kara tarafındaki
kaldırımlarda yapılsaydı gerekliliği daha inandırıcı olurdu.
Keza bazı sahil lokanta eklentileri caddenin karşısındaki
denize sıfır yapılacağına dükkâna yapışık yapılırsa, hem deniz manzarası
herkese açılır, hem de garsonların gidip gelmelerinden dolayı caddede gezinenlere
çarpan tabaklardan giysilere dökülen mezeler ziyan olmaz!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder