23 Kasım 2013 Cumartesi

43 - GÜZELE BAKMAK GÜNAHTIR!




Doğaya saygı ve sevgi babında, yarım asır evvelki bir olayı nakletmek istiyorum: 1958 yılında, yeni evlendiğim günlerin birinde Boğaz’da gezinirken, çocukken annemin bize kullandırtmadığı Troçki’nin bambu koltuklarının benzerini gördüm. Heyecanlandım ve içimde aynılarını evime almak arzusu belirdi o anda. Yeni ev kuruyordum ve mobilyaya ihtiyacım vardı. Satıcısıyla tanıştıktan sonra imal ettiği diğer çeşitleri görmek için kırmızı kamyonetiyle imalathanesine doğru yola çıktık.

Kamyonet Yalıboyu’ndan ayrılıp Çamlıca sırtlarına doğru tırmanırken yol bitti, çayırlara daldık. Patika olması gereken çayır yolu, gri bir tozla kaplıydı. Araba feci bir toz bulutu kaldırarak ilerlerken, artık nefes alamaz oldum. Arkamızdan fışkırıp dağılan tozlar, etraftaki tüm ağaç ve bitkileri örtüyordu. Tabiat sanki gömülmüştü.

Birkaç yüz metre gittikten sonra fabrika dediği gecekonduya vardığımızda, kırmızı araba tamamen gri olmuştu. Atölyede, kuzey Anadolu yöresinden getirttikleri kestane ağacının dallarını kaynar suda ısıttıktan sonra demir kalıplarla bükmekle bambu taklidi rüstik mobilya imal ediliyordu. Satıcı, evvelce bu işi memleketinde yaptıklarını, büyük şehirlere gönderilen malların çok beğenildiğini övünerek anlatırken ailesinin kadın erkek tüm efradı el çabukluğuyla harıl harıl çalışmaktaydı.

Bir ara satıcının sözünü kesip, biraz evvel yokuşu çıkarken ciğerlerimi dolduran, ağzıma ve damağıma yapışan acı tozu sordum. Cevabı basitti: “Kardeş,” dedi, “taşradan geldik, yerleştik ama yol toprak; kamyonet yokuşu çıkınca toz kaldırıyor, mallar bozuluyor, cila tutmuyor; yağmur mevsimi gelmeden yolu genişletelim dedik. Kardeşlerimle patikanın iki tarafına kireç döktük ve ortasına on çuval çimento serptik. Bir yağmur yağdı mı, gel de gör beton yolumuzu! Cam gibi olacak inşallah! Hem de, bizim memleket hep yeşil! Yeşili görmekten bıktık! İstanbullu olmuşken artık betonu görelim! Öyle değil mi kardeş!”

Benzer düşünceler, evimin bahçesini restore ettiğimde de öne sürülmüştü. Bahçemdeki ham toprak üzerine çok sevdiğim adamızın orijinal demir oksitli temel taşını, aralarında aralıklar bırakarak yürüme yolu olarak döşediğimde, İstanbullu olmayan kişiler, taş aralarında kalan toprağın görünmesinin çirkin olduğunu, taşlar arasında ot biteceğini, dolayısıyla bahçeyi beton, granit, seramik, hatta asfaltla kaplamak gerektiğini, böylece daha temiz görüneceğini vs. söylemişlerdi. Demek onlar da aynı yeşil rengi görmekten bıkmış insanlardı.

Güzeli örtme alışkanlığından mı nedir, denizlerle çevrili güzel İstanbul'umuzun değişik sahillerine, bilhassa adalarımızın ana karadan olan muhteşem siluetini ve Ulu Tanrı’nın gözümüzün önüne cömertçe sunduğu, gün boyu rengi ve şekli değişen hareketli sularımızın paha biçilmez görüntüsünü kapatmak için gereksiz yerlere, gereksiz otoparklar, barakalar ve reklâm panoları dikiliyor. Maviye bakmaktan bıkılmış gibi. Bu derme çatma inşaatlar kara tarafındaki kaldırımlarda yapılsaydı gerekliliği daha inandırıcı olurdu.

Keza bazı sahil lokanta eklentileri caddenin karşısındaki denize sıfır yapılacağına dükkâna yapışık yapılırsa, hem deniz manzarası herkese açılır, hem de garsonların gidip gelmelerinden dolayı caddede gezinenlere çarpan tabaklardan giysilere dökülen mezeler ziyan olmaz!



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder