Heybeliada’dan Büyükada’ya takma motorumla dönmekte olduğum bir
akşam vakti, vücudumu saran tatlı poyrazı hissederek rüzgâra karşı gidiyordum. Güneş
yeni batmıştı ve ben motor ritmine uygun bir şarkıyı mırıldanarak keyif çatıyordum.
Bir bulut tabakası gökteki Samanyolu’nu örttüğünde, etraf aniden karardı, biraz
sonra da simsiyah oldu. Avucumda tuttuğum motorun kolunda tuhaf bir homurdanma hissettiysem
de titreşimde anormal bir durum yoktu. Fakat an be an, homurdanma sesi, bir kalabalığın
temaşası gibi yükseliyor, yükseliyor, yaklaşıyordu…
Birden başımı kaldırmak ihtiyacını hissettim. Eyvah! Kocaman
bir yük gemisinin burnu, tam tepemde... Ben şarkıma dalmışken arkamdaki koster gemisi
bana yaklaşmış, pruvası üzerime kadar gelmiş ve benim bundan haberim yok!
Teknem ışıksızdı. Işıklı olsa da artık bir işe yaramaz çünkü
geminin burnunun altındayım ve kaptanın beni görmesi imkânsız. Düdük çalmadığına
göre daha evvel de beni fark etmediği anlaşılıyor. Derhal sancak (sağ) tarafına
kırdım. Tam gaz uzaklaşmaya çabalıyorum fakat gemi benden çok daha süratli. Bana
arkadan çarpmaması için seyir hattından ayrılarak, onun yarattığı ilk yüksek dalganın
üzerine bindim. Uzun bir müddet, minnacık teknemin alabora olmaması için at sırtında
gider gibi o dalganın tepesinde kalmaya gayret ettim.
Şükürler olsun ki, bu durumda, sular beni sabit bir açıyla yük
gemisinden uzaklaştırıyordu. Dalganın gücü yatışınca, geminin uskur suyunun girdabına
girmemek için bir daha sancağa kırdım ve dalganın üzerinden indim.
“Ah, Seyrü-Sefain Zeki Efendi, güpegündüz bizden silyon (tekne gece ilerlediğinde iz bırakan)
feneri sorduğunda sana kafa tutardık. Ne kadar da haklıymışsın meğer!”
Komşumuz İstepan Efendi’nin oğlu Onnik’le arkadaş olduğumuz
yıllarda, sandalımı filika olarak -sahile servis için- Mik-Nik adlı kocaman
kotrasının arkasına bağlar, arkadaş gruplarıyla çok uzaklara giderdik. Molivofasa’ya (Kurşunburnu) gittiğimiz bir gündü.
Sabahtan esen hafif rüzgâr, birden yıldız yönüne dönmüş, gök kararmaya başlamıştı.
Hava kara yele kayıyordu. Fırtına patlamak üzereydi. Hemen demir alıp Palyo Ambelo yoluyla Büyükada’daki
limanımıza dönmeye çabalarken Heybeliada’nın Çamlimanı açıklarında bir
arkadaşımızın kotranın arkasına bakmasıyla sandalımın yerinde olmadığını fark
ettik. Onu çeken halat, pervaneye dolanıp kopmuştu.
El emeğim, göz nurum sandalımı yolda kaybetmiştik. Ne kadar
evvel kaybolduğunu kestirmek imkânsızdı. Zorlukla kotranın yönünü çevirerek
koca dalgalar arasında sandalımı aramaya koyulduk.
Kara yel azmıştı, bordamıza vuran sert ve kaba sularla iki
saat kadar boğuştuktan sonra, onu Neandros (Tavşanadası) yakınında,
dalgalar arasında, kaybolduğu için ağlayan küçük bir çocuk gibi tepinirken
bulduk. Sapasağlamdı. Henüz karaya vurmamıştı.
Sevgili ve sadık sandalım, bana tam on sekiz yıl hizmet verdi.
Çok büyük bir aşkla bağlanmıştık birbirimize…

Denizli maceralar, maceralarin en guzelleri!
YanıtlaSil