17 Kasım 2013 Pazar

41- DALGALAR ARASINDA



Heybeliada’dan Büyükada’ya takma motorumla dönmekte olduğum bir akşam vakti, vücudumu saran tatlı poyrazı hissederek rüzgâra karşı gidiyordum. Güneş yeni batmıştı ve ben motor ritmine uygun bir şarkıyı mırıldanarak keyif çatıyordum. Bir bulut tabakası gökteki Samanyolu’nu örttüğünde, etraf aniden karardı, biraz sonra da simsiyah oldu. Avucumda tuttuğum motorun kolunda tuhaf bir homurdanma hissettiysem de titreşimde anormal bir durum yoktu. Fakat an be an, homurdanma sesi, bir kalabalığın temaşası gibi yükseliyor, yükseliyor, yaklaşıyordu…

Birden başımı kaldırmak ihtiyacını hissettim. Eyvah! Kocaman bir yük gemisinin burnu, tam tepemde... Ben şarkıma dalmışken arkamdaki koster gemisi bana yaklaşmış, pruvası üzerime kadar gelmiş ve benim bundan haberim yok!

Teknem ışıksızdı. Işıklı olsa da artık bir işe yaramaz çünkü geminin burnunun altındayım ve kaptanın beni görmesi imkânsız. Düdük çalmadığına göre daha evvel de beni fark etmediği anlaşılıyor. Derhal sancak (sağ) tarafına kırdım. Tam gaz uzaklaşmaya çabalıyorum fakat gemi benden çok daha süratli. Bana arkadan çarpmaması için seyir hattından ayrılarak, onun yarattığı ilk yüksek dalganın üzerine bindim. Uzun bir müddet, minnacık teknemin alabora olmaması için at sırtında gider gibi o dalganın tepesinde kalmaya gayret ettim.

Şükürler olsun ki, bu durumda, sular beni sabit bir açıyla yük gemisinden uzaklaştırıyordu. Dalganın gücü yatışınca, geminin uskur suyunun girdabına girmemek için bir daha sancağa kırdım ve dalganın üzerinden indim.

“Ah, Seyrü-Sefain Zeki Efendi, güpegündüz bizden silyon (tekne gece ilerlediğinde iz bırakan) feneri sorduğunda sana kafa tutardık. Ne kadar da haklıymışsın meğer!”

Komşumuz İstepan Efendi’nin oğlu Onnik’le arkadaş olduğumuz yıllarda, sandalımı filika olarak -sahile servis için- Mik-Nik adlı kocaman kotrasının arkasına bağlar, arkadaş gruplarıyla çok uzaklara giderdik. Molivofasaya (Kurşunburnu) gittiğimiz bir gündü. Sabahtan esen hafif rüzgâr, birden yıldız yönüne dönmüş, gök kararmaya başlamıştı. Hava kara yele kayıyordu. Fırtına patlamak üzereydi. Hemen demir alıp Palyo Ambelo yoluyla Büyükada’daki limanımıza dönmeye çabalarken Heybeliada’nın Çamlimanı açıklarında bir arkadaşımızın kotranın arkasına bakmasıyla sandalımın yerinde olmadığını fark ettik. Onu çeken halat, pervaneye dolanıp kopmuştu.

El emeğim, göz nurum sandalımı yolda kaybetmiştik. Ne kadar evvel kaybolduğunu kestirmek imkânsızdı. Zorlukla kotranın yönünü çevirerek koca dalgalar arasında sandalımı aramaya koyulduk.

Kara yel azmıştı, bordamıza vuran sert ve kaba sularla iki saat kadar boğuştuktan sonra, onu Neandros (Tavşanadası) yakınında, dalgalar arasında, kaybolduğu için ağlayan küçük bir çocuk gibi tepinirken bulduk. Sapasağlamdı. Henüz karaya vurmamıştı.

Sevgili ve sadık sandalım, bana tam on sekiz yıl hizmet verdi.


Çok büyük bir aşkla bağlanmıştık birbirimize…

1 yorum: