2 Kasım 2013 Cumartesi

33 - YAZ GİDER, KIŞ GELİR…

Marmara’dan devamlı esen rüzgârın denizden sürüklediği tuz kristallerinden dolayı kışın İstanbul’da bol kar yağışı olsa dahi, adalarda kar pek tutmaz. Ağaçlar nadiren beyaz bir örtüye bürünürse de kısa bir zaman sonra kar erir, yok olur gider.

Günlerden bir gün, uzun bir zamandan beri arzuladığım yoğun kar yağışıyla geçen bir haftanın sonunda, elimde yeni satın almış olduğum ve o dönem için fotoğrafçılıkta çığır açan 36 milimetrelik Agfa Silette makinemle, sanatsal değerde resimler çekmek üzere Büyükada’ya gittim. Rüya gibi bir kar tutmuştu. Bu makinelere, geleneksel 6x9 kırmızı astar kâğıtlı negatif filmlerden farklı olarak astarsız siyah pelikül film konurdu. Filmin ucunu toplama makarasına uzun sarmadığımız zaman, 36 resim yerine 38 resim alınabilirdi. Vapurdan inmeden filmi makineye taktım ve Ada’ya çıktım. Şahane bir kar havası ve muazzam manzaralar...

Bu yol benim, bu bayır senin, bu köşe kaçırılmaz, bu görüntü enfes derken 36 yerine 38 resim doldurdum. Çektiğim her bir fotoğraf karesi için “canımı çıkardım,” desem yeridir. Tümü mekanik olan makinedeki diyafram ayarı, zaman ayarı, mesafe ayarı derken ayaklarım buz kesmişti. İliklerime kadar ıslak bir vaziyette şehre döndüm. Olsun! Sanat eseri yaratmak uğruna canım feda olsun diyerek teselli buluyordum. Filmi bir an evvel banyoya verip neticeyi görebilmek için makinemin arka kapak mandalını açtım: Sürpriz! Film orijinal kasetinde duruyordu. Meğer filmin ucunu toplama makarasının çengeline az sardığım için film yürümemiş ve hiçbir resim kaydolmamıştı. Film satın alındığı gibi bakirdi!

Kış mevsiminin soğuğuna rağmen bazı hafta sonu günlerinde kardeşim Musa ile Adaya gidip yaptığımız maketlere macun, zımpara, boya sürerdik. Tabii ki, zamanımızın çoğu yolda geçerdi. Tahtadan yonttuğum bir tekne maketinin iki tarafının simetrik ve düzgün olup olmadığını yoklamak için parmak uçlarımla okşadığımda, müthiş bir haz duyardım. ‘Macun zımpara boya’ adını taktığımız bu gezilerde, derslerimizi vapurda tamamlar, deniz havası almış olurduk.

Kışın okuldayken fazla spor yapamadığımızdan, Tepebaşı - Karaköy arasındaki yolu yürüyerek katederdik. Ada iskelesiyle ev arasını da yürüyerek kat etmekle ve buz gibi bulduğumuz Ada evinin içinde üşümekle çoğu kez Beyoğlu’ndaki evimize, soğuktan kızarmış yanaklarla dönerdik.

O devirde piyasada şeker bulunmadığından akıllı bir girişimcinin yanık pekmezden imal ettiği ve sarı renkteki yassı tahta kutularında sokak çocuklarına sattırdığı ‘Abdülvahip Turan-Yeni Hayat’ karamelalarını çiğneyerek ısınırdık.

Üşüttüğümüz zaman da annemizin, yüzümüzün soluklaştığını fark edip üzülmemesi ve de kışın Adaya gitmemizi yasaklamaması için, eve girmeden evvel suratımızı sıkıca çimdikler, yanaklarımızı kızartmak için kendi kendimize şamar atardık.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder