Marmara’dan devamlı esen rüzgârın denizden sürüklediği tuz
kristallerinden dolayı kışın İstanbul’da bol kar yağışı olsa dahi, adalarda kar
pek tutmaz. Ağaçlar nadiren beyaz bir örtüye bürünürse de kısa bir zaman sonra kar
erir, yok olur gider.
Günlerden bir gün, uzun bir zamandan beri arzuladığım yoğun
kar yağışıyla geçen bir haftanın sonunda, elimde yeni satın almış olduğum ve o
dönem için fotoğrafçılıkta çığır açan 36 milimetrelik Agfa Silette
makinemle, sanatsal değerde resimler çekmek üzere Büyükada’ya gittim. Rüya gibi
bir kar tutmuştu. Bu makinelere, geleneksel 6x9 kırmızı astar kâğıtlı negatif
filmlerden farklı olarak astarsız siyah pelikül film konurdu. Filmin ucunu
toplama makarasına uzun sarmadığımız zaman, 36 resim yerine 38 resim alınabilirdi.
Vapurdan inmeden filmi makineye taktım ve Ada’ya çıktım. Şahane bir kar havası
ve muazzam manzaralar...
Bu yol benim, bu bayır senin, bu köşe kaçırılmaz, bu görüntü
enfes derken 36 yerine 38 resim doldurdum. Çektiğim her bir fotoğraf karesi
için “canımı çıkardım,” desem yeridir. Tümü mekanik olan makinedeki diyafram
ayarı, zaman ayarı, mesafe ayarı derken ayaklarım buz kesmişti. İliklerime kadar
ıslak bir vaziyette şehre döndüm. Olsun! Sanat eseri yaratmak uğruna canım feda
olsun diyerek teselli buluyordum. Filmi bir an evvel banyoya verip neticeyi
görebilmek için makinemin arka kapak mandalını açtım: Sürpriz! Film orijinal
kasetinde duruyordu. Meğer filmin ucunu toplama makarasının çengeline az
sardığım için film yürümemiş ve hiçbir resim kaydolmamıştı. Film satın alındığı
gibi bakirdi!
Kış
mevsiminin soğuğuna rağmen bazı hafta sonu günlerinde kardeşim Musa ile Adaya
gidip yaptığımız maketlere macun, zımpara, boya sürerdik. Tabii ki, zamanımızın
çoğu yolda geçerdi. Tahtadan yonttuğum bir tekne maketinin iki tarafının
simetrik ve düzgün olup olmadığını yoklamak için parmak uçlarımla okşadığımda,
müthiş bir haz duyardım. ‘Macun zımpara boya’ adını taktığımız bu gezilerde,
derslerimizi vapurda tamamlar, deniz havası almış olurduk.
Kışın okuldayken fazla spor yapamadığımızdan, Tepebaşı -
Karaköy arasındaki yolu yürüyerek katederdik. Ada iskelesiyle ev arasını da
yürüyerek kat etmekle ve buz gibi bulduğumuz Ada evinin içinde üşümekle çoğu
kez Beyoğlu’ndaki evimize, soğuktan kızarmış yanaklarla dönerdik.
O devirde piyasada şeker bulunmadığından akıllı bir
girişimcinin yanık pekmezden imal ettiği ve sarı renkteki yassı tahta
kutularında sokak çocuklarına sattırdığı ‘Abdülvahip Turan-Yeni Hayat’ karamelalarını
çiğneyerek ısınırdık.
Üşüttüğümüz zaman da annemizin, yüzümüzün soluklaştığını
fark edip üzülmemesi ve de kışın Adaya gitmemizi yasaklamaması için, eve
girmeden evvel suratımızı sıkıca çimdikler, yanaklarımızı kızartmak için kendi
kendimize şamar atardık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder