30 Ekim 2013 Çarşamba

32 - SAKLA SAMANI, GELİR ZAMANI

Yokluklar kendini hissettiriyordu. Herhangi bir şeyi çöpe atmadan evvel, iki kere düşünmemiz gerekirdi. Erzakla gelen kese kağıtları özenle katlanıp saklanır, kullanılmış sicim parçaları bir makaraya sarılırdı. Boş kutu, kavanoz, şişe, okunmuş gazete, her şey saklanırdı. Evlerin bir köşesi, hurda deposuna dönmüştü.

Biz kardeşler, oyuncaklarımızı bu hurdalardan ayıkladığımız malzemelerle imal ederdik; her şeyi oyuncağa çevirebiliyorduk. En basitinden, bir kâğıt parçasından fırıldak, okunmuş gazeteden uçurtma, boş kutulardan otomobil, tuvalet kâğıdının göbek kartonundan telefon, dikiş ipliğinin tahta makarası deliğine sokulan burkulmuş bir lastik sayesinde yürüyen tank, uzunlamasına kestiğimiz alüminyum ilaç tüplerinden de dengede yüzebilen gemicikler üretirdik.

Tahminimce saklama hastalığımın virüsü o günlerde kanıma bulaşmıştı ve bende yeşerecek zemin bulmuş olacak ki, bugüne kadar bir türlü atamadım üstümden; kurtulamadım bu ‘bir gün lazım olabilir’ bahanesiyle ‘atılacak bir eşyayı saklama hastalığından!

Saklamaktan ayrı olarak bir de eşyalarımızı uzun müddet kullanmaya alıştırılıyorduk. Beykoz ayakkabısının tabanının çabuk aşınmaması için altlarına kabara, ön ve arka uçlarına oval demirler çakılırdı. Yırtılan veya güveler tarafından kemirilen kumaş, Sirkeci’deki namlı Örücü Şükrü’ye veya Hacopulo Pasajı’ndaki Kiryo Kosta’ya onartılırdı. Eskimiş, kumaşı lime lime olmuş palto, kostüm, aynı pasajdaki çocuk terzisi Armao’ya ters yüz ettirilirdi. Bay Armao, ölçümüzü almak için bizi yüksekliği ayarlı bir tabureye bindirdiğinde, biz çocuklar insanlara üstten bakarak böbürlenir, nazlanır, prova esnasında inadına heykel gibi kaskatı kesilir, zavallı          Mösyö Armao’yu çileden çıkarırdık.

Giysilerimizi özenle kullanmak mecburiyetindeydik. Zira o giysi bize kısa geleceği gün, küçük kardeşimize devredilecekti. Keza tüm kitapları, seneye kardeşe veya alt sınıftan gelen birine verileceği için, temiz tutmak mecburiyetindeydik. Kız çocuklar, genç hanımcıklar, analar, bacılar, nineler mübarek ellerini cep telefonu tutmak için değil, yün örmek için kullanırlardı. Tatilde, hatta çarşı pazarda gezinirken dinlenecekleri kısa bir mola verdiklerinde dahi, söz misali kazağın kolundan birkaç sıra daha örmek için yanlarında bir yün yumağı ve uçları çantanın dışına fırlayan bir çift şiş taşırlardı.

Bir müddet giyilen el örgüsü giysi, bedene küçük geldiği gün çözülür, ipi tekrar yumak haline getirilir ve yeni bir kazak örmek için kullanılırdı. Yün yetmediyse de kollar başka renkte olabiliyordu veya iki renk karıştırılarak orijinal yeni modeller yaratılıyordu.

Çileleri yumağa çevirmek için bizi çağırırlardı. Kollarımızı kısa bir müddet ciddiyetle gergin tuttuktan sonra oflayıp puflayıp sıkılır, aniden işi bırakıp oyuna koştuğumuz olurdu.


Yaramaz çocuklar arkadaşlarının sırtlarını sıvazlar gibi yaparak yünden örülmüş bu tür giysilerinden lifler çekerek renkli pamuk üretirdi. Bunlar arasında ben de vardım ve halen bugün, eski bir kitabımı karıştırdığımda, solmuş sayfalar arasında, ütülenmesi için üççeyrek asır önce oraya sıkıştırdığım ve zamanla dümdüz olmuş tekstil imalatım ortaya çıkar, renkli hatıralarım canlanır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder