Yokluklar kendini hissettiriyordu. Herhangi bir şeyi çöpe
atmadan evvel, iki kere düşünmemiz gerekirdi. Erzakla gelen kese kağıtları özenle katlanıp saklanır, kullanılmış sicim parçaları bir makaraya sarılırdı.
Boş kutu, kavanoz, şişe, okunmuş gazete, her şey saklanırdı. Evlerin bir köşesi,
hurda deposuna dönmüştü.
Biz kardeşler, oyuncaklarımızı bu hurdalardan ayıkladığımız
malzemelerle imal ederdik; her şeyi oyuncağa çevirebiliyorduk. En basitinden,
bir kâğıt parçasından fırıldak, okunmuş gazeteden uçurtma, boş kutulardan
otomobil, tuvalet kâğıdının göbek kartonundan telefon, dikiş ipliğinin tahta
makarası deliğine sokulan burkulmuş bir lastik sayesinde yürüyen tank,
uzunlamasına kestiğimiz alüminyum ilaç tüplerinden de dengede yüzebilen gemicikler
üretirdik.
Tahminimce saklama hastalığımın virüsü o günlerde kanıma
bulaşmıştı ve bende yeşerecek zemin bulmuş olacak ki, bugüne kadar bir türlü
atamadım üstümden; kurtulamadım bu ‘bir gün lazım olabilir’ bahanesiyle ‘atılacak
bir eşyayı saklama hastalığından!
Saklamaktan ayrı olarak bir de eşyalarımızı uzun müddet
kullanmaya alıştırılıyorduk. Beykoz ayakkabısının tabanının çabuk aşınmaması
için altlarına kabara, ön ve arka uçlarına oval demirler çakılırdı. Yırtılan
veya güveler tarafından kemirilen kumaş, Sirkeci’deki namlı Örücü Şükrü’ye veya
Hacopulo Pasajı’ndaki Kiryo Kosta’ya onartılırdı. Eskimiş, kumaşı lime lime
olmuş palto, kostüm, aynı pasajdaki çocuk terzisi Armao’ya ters yüz ettirilirdi.
Bay Armao, ölçümüzü almak için bizi yüksekliği ayarlı bir tabureye
bindirdiğinde, biz çocuklar insanlara üstten bakarak böbürlenir, nazlanır,
prova esnasında inadına heykel gibi kaskatı kesilir, zavallı Mösyö Armao’yu çileden çıkarırdık.
Giysilerimizi özenle kullanmak mecburiyetindeydik. Zira o
giysi bize kısa geleceği gün, küçük kardeşimize devredilecekti. Keza tüm
kitapları, seneye kardeşe veya alt sınıftan gelen birine verileceği için, temiz
tutmak mecburiyetindeydik. Kız çocuklar, genç hanımcıklar, analar, bacılar,
nineler mübarek ellerini cep telefonu tutmak için değil, yün örmek için
kullanırlardı. Tatilde, hatta çarşı pazarda gezinirken dinlenecekleri kısa bir
mola verdiklerinde dahi, söz misali kazağın kolundan birkaç sıra daha örmek
için yanlarında bir yün yumağı ve uçları çantanın dışına fırlayan bir çift şiş
taşırlardı.
Bir müddet giyilen el örgüsü giysi, bedene küçük geldiği gün
çözülür, ipi tekrar yumak haline getirilir ve yeni bir kazak örmek için
kullanılırdı. Yün yetmediyse de kollar başka renkte olabiliyordu veya iki renk
karıştırılarak orijinal yeni modeller yaratılıyordu.
Çileleri yumağa çevirmek için bizi çağırırlardı. Kollarımızı
kısa bir müddet ciddiyetle gergin tuttuktan sonra oflayıp puflayıp sıkılır,
aniden işi bırakıp oyuna koştuğumuz olurdu.
Yaramaz çocuklar arkadaşlarının sırtlarını sıvazlar gibi
yaparak yünden örülmüş bu tür giysilerinden lifler çekerek renkli pamuk
üretirdi. Bunlar arasında ben de vardım ve halen bugün, eski bir kitabımı
karıştırdığımda, solmuş sayfalar arasında, ütülenmesi için üççeyrek asır önce oraya
sıkıştırdığım ve zamanla dümdüz olmuş tekstil imalatım ortaya çıkar, renkli hatıralarım
canlanır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder