24 Ekim 2013 Perşembe

28- NE EKERSEN ONU BİÇERSİN

Eskilerin, toprağının renginden dolayı Chemin Rouge (Kırmızı Yol) adını taktıkları İsa Tepesi’ne giden yokuştan yukarı çıkarken, sol tarafta çok az ev vardı ve Anadolu yakası boydan boya gözler önüne seriliydi. Sonraları Yeni Yol, şimdi ise Yaver Bey Sokağı adını alan bu yokuştan yukarı çıktıkça, ayaklarımın altında Marmara Denizi’nin alçaldığını, ufuktaki Maltepe topraklarının ise derinlemesine doğru büyüdüğünü fark ederdim. O manzara karşısında, inanılmaz bir güç benliğimi sarar, ilham ve güven verirdi bana.

Bu görkemli ufku seyredip tümünü kucakladığımda ise dünyanın hâkimi olma hevesine kapılır, insanüstü kuvvetlere muktedir olduğumu zannedip şeytanî fikirlere kapılırdım. Çok kere, tasarladığım zor bir olayı gerçekleştirmek için tereddütsüz o yollara düştüğüm, o muhteşem manzarayı bir müddet seyredip derin bir nefes aldıktan sonra oradan aldığım güçle, engelleri yendiğim olmuştur.

Bu bayırdan, görkemli ufku kucaklayıp kesinlikle kâinatın hâkimi olduğuma inandığım bir gün, hayvanlara da hükmetmek azmi doğdu içimden. Uzunca bir iple yanı başımdaki ağaca bağlı olarak otlanmakta olan munis bir merkebi, eğlenmek için yularından çekerek yanıma kadar getirme ve aniden koy verme hakkının bende olduğunu sanıyordum. İpi onuncu defa çektiğimde, hayvanın eşekliği galebe gelerek birden şaha kalkıp beni tekmelemez mi?

Devrilmiş, toprağa yapışmıştım. Var gücümle gerisin geriye sürünerek, ipin etki alanından kendimi zor kurtarmıştım o gün. Hayvan son bir hamleyle şaha kalktığında, onu ağaca bağlayan kaytan kopsaydı, beni mutlaka altına alıp tepeleyecekti ve ben bugün, bu satırları yazamayacaktım.

Merkebin azizliğinden başka, bir kere de ada beygirlerinin hışmına uğramıştım. Nazi Almanya'sından kaçıp yurdumuza sığınan profesörlerden Doktor Nissen’in oğlu, Adada düşerek yaralanmıştı. Tedavisi için bir faytonla, babama getirdiler. Arabacı, alelacele çocuğu kucaklayıp eve taşırken, o sırada kapı önünde oynamakta olan ben, boş faytona binerek arka koltuğuna kuruldum ve kollarımı iki yana açarak arabayı salıncak gibi bir sağa bir sola sallamaya başladım.

Birkaç saniye sonra esnek yayların etkisiyle, arabanın sallanması şiddetlendi ve durduramaz oldum. Okun -iki at arasındaki uzun tahta- hayvanlara olan etkisinden olsa gerek, atlar birdenbire parladı ve var güçleriyle Çankaya Meydanı’na doğru fırladı. Atların biri sağa, diğeri sola doğru hırlayarak kabarıyor, dörtnala uçuyorlar, sokaktaki insanlar çığlıklar atıyor…

Araba Çankaya Meydanına vardığında aniden sağdaki caddeye saptı. Ben, bir tenis topu gibi arabanın içinde yuvarlanmaktayım. Dışarıya fırlamamak için var gücümle tutunurken, Kaymakam Konağı’nın yakınında seyretmekte olan faytoncular süratle kendi arabalarından inerek, el kol hareketleriyle parlayan ateşli hayvanları yatıştırdılar ve tasmalarından yakalayarak zapt etmeyi başardılar. Onları zorlukla durdurttuktan sonra da boyunlarını şefkatle okşamaya başladılar.

Hâlbuki o sırada, asıl okşanması gereken zavallı bendim!



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder