Duyduğuma göre 1913 yıllarında, Sultan Mehmet
Reşat zamanında olsa gerek, Büyükada’nın sahipsiz vakıf arazileri parsellere
ayrılarak parça parça satılığa çıkarılmış ve imar planını yapan Alman
kadastrocular, arsaları belirlemek için adamızın doğal kayasını teşkil eden
kına rengindeki demir oksitli taşı kullandırtmışlar. Dolayısıyla tüm bina ve
arsa hudutları bu taştan örülmüş duvarlarla belirlenmişti. Geçmiş asırlarda bu
taşlardan demir madeni alındığı bilinir.
Düz yüzeyi öne gelecek şekilde değişik
ebat taşlardan, mozaik şeklinde örülmüş bu sarı-kırmızı ve kahve-siyah damarlı,
güneşi yandan aldığı zaman altın gibi parıldayan şahane güzellikteki taş
duvarların bir bölümü, günümüze kadar kalmıştır. Bazılarının üstü, yağmuru
emmemesi için düz değil, piramit şeklinde sivri yapılmıştı.
O devirde, biz çocuklar, bunların
üzerlerine çıkıp, atlamak veya sivri uçları boyunca dengede yürümek için
yarışırdık. Alıştırma olsun diye çok defa ben, evden iskeleye gitmek için düz
yolu takip edeceğime, evimizin karşısındaki Taranto’ların bahçesine girer, dört
adet arsayı ayıran alt yola paralel bulunan bu tür duvarların üzerinden atlaya
atlaya Kalipso Oteli’nin çay bahçesinden 23 Nisan Caddesi’ne varmayı maharet
sayardım. Benimsediğim bu tür spordan dolayıdır ki yaz mevsimi boyunca düşüp
kalkmaktan, dirseklerimde ve diz kapaklarımda kanayan yaralar ve siyahlaşmış
kabuklar eksik olmazdı.
Ana yolların sadece ortası, bir at
arabası genişliği kadar asfaltlıydı; kalan iki yan tarafı ise topraktı. O zaman
için lüks addedilen orta yol, bir silindir makinesiyle ezilmiş toprak üzerine çalı
süpürgesiyle sürülen sıvılaşmış sıcak katran ve üzerine serpilen ince kumdan ibaretti.
Kabarık toprağı kolaylıkla ezmesi için silindir geçmeden evvel yerler bol su
ile ıslatılırdı. Bu çalışmaları seyretmek, çocuklar için bayramdı. Hele
silindir geçerken ezilen sulu topraktan fıskiye gibi fışkıran çamurlu sulardan
zıplayarak kurtulmak başka bir eğlencemizdi. Bu ıslatılmış kırmızı toprağın
demir oksitli yapışkan lekesi, kumaştan zor çıkardı.
Tüm kaldırımlar ise, Adamızın o meşhur
demir oksitli taşından, Arnavut kaldırımı şeklinde örülüydü. Asfalt yolun iki
yanındaki geniş toprak şeritlerinde ve Arnavut kaldırımı taşları aralarında
kalan toprakta biriken at ve eşek gübresi, envai çeşit bitkinin kök salmasına
yardımcı olurdu. Sabah uyandığımızda, gece neminden ve bilhassa her yağmur
sonrasında, yollarımız mis gibi lavanta çiçeği, yaban nanesi, adaçayı ve ıtır
kokardı.
Biz çocuklar, sayfiyede olmanın
hazzıyla, merkepleri taklit ederek asfalt yolun iki yanlarındaki toprak
kısmında “iha, iha, iha” diye anırarak yürümekten hoşlanırdık. Orada biten güzel
kokulu bitkilerin nefis kokusunu daha iyi almak için de onları ezmek gerektiğinden,
aynen merkepler gibi ayakkabılarımızın ön ucunu toprağa batıra batıra yürür,
ezilen bitki usarelerinden dağılan rayiha ile birlikte kesif bir toz bulutu
yaratırdık.
Toprakla yaşar, topraktan zevk alır,
toprak kokardık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder