29 Eylül 2013 Pazar

27 - TAŞIMIZ-TOPRAĞIMIZ




Duyduğuma göre 1913 yıllarında, Sultan Mehmet Reşat zamanında olsa gerek, Büyükada’nın sahipsiz vakıf arazileri parsellere ayrılarak parça parça satılığa çıkarılmış ve imar planını yapan Alman kadastrocular, arsaları belirlemek için adamızın doğal kayasını teşkil eden kına rengindeki demir oksitli taşı kullandırtmışlar. Dolayısıyla tüm bina ve arsa hudutları bu taştan örülmüş duvarlarla belirlenmişti. Geçmiş asırlarda bu taşlardan demir madeni alındığı bilinir.

Düz yüzeyi öne gelecek şekilde değişik ebat taşlardan, mozaik şeklinde örülmüş bu sarı-kırmızı ve kahve-siyah damarlı, güneşi yandan aldığı zaman altın gibi parıldayan şahane güzellikteki taş duvarların bir bölümü, günümüze kadar kalmıştır. Bazılarının üstü, yağmuru emmemesi için düz değil, piramit şeklinde sivri yapılmıştı.

O devirde, biz çocuklar, bunların üzerlerine çıkıp, atlamak veya sivri uçları boyunca dengede yürümek için yarışırdık. Alıştırma olsun diye çok defa ben, evden iskeleye gitmek için düz yolu takip edeceğime, evimizin karşısındaki Taranto’ların bahçesine girer, dört adet arsayı ayıran alt yola paralel bulunan bu tür duvarların üzerinden atlaya atlaya Kalipso Oteli’nin çay bahçesinden 23 Nisan Caddesi’ne varmayı maharet sayardım. Benimsediğim bu tür spordan dolayıdır ki yaz mevsimi boyunca düşüp kalkmaktan, dirseklerimde ve diz kapaklarımda kanayan yaralar ve siyahlaşmış kabuklar eksik olmazdı.

Ana yolların sadece ortası, bir at arabası genişliği kadar asfaltlıydı; kalan iki yan tarafı ise topraktı. O zaman için lüks addedilen orta yol, bir silindir makinesiyle ezilmiş toprak üzerine çalı süpürgesiyle sürülen sıvılaşmış sıcak katran ve üzerine serpilen ince kumdan ibaretti. Kabarık toprağı kolaylıkla ezmesi için silindir geçmeden evvel yerler bol su ile ıslatılırdı. Bu çalışmaları seyretmek, çocuklar için bayramdı. Hele silindir geçerken ezilen sulu topraktan fıskiye gibi fışkıran çamurlu sulardan zıplayarak kurtulmak başka bir eğlencemizdi. Bu ıslatılmış kırmızı toprağın demir oksitli yapışkan lekesi, kumaştan zor çıkardı.

Tüm kaldırımlar ise, Adamızın o meşhur demir oksitli taşından, Arnavut kaldırımı şeklinde örülüydü. Asfalt yolun iki yanındaki geniş toprak şeritlerinde ve Arnavut kaldırımı taşları aralarında kalan toprakta biriken at ve eşek gübresi, envai çeşit bitkinin kök salmasına yardımcı olurdu. Sabah uyandığımızda, gece neminden ve bilhassa her yağmur sonrasında, yollarımız mis gibi lavanta çiçeği, yaban nanesi, adaçayı ve ıtır kokardı.

Biz çocuklar, sayfiyede olmanın hazzıyla, merkepleri taklit ederek asfalt yolun iki yanlarındaki toprak kısmında “iha, iha, iha” diye anırarak yürümekten hoşlanırdık. Orada biten güzel kokulu bitkilerin nefis kokusunu daha iyi almak için de onları ezmek gerektiğinden, aynen merkepler gibi ayakkabılarımızın ön ucunu toprağa batıra batıra yürür, ezilen bitki usarelerinden dağılan rayiha ile birlikte kesif bir toz bulutu yaratırdık.

Toprakla yaşar, topraktan zevk alır, toprak kokardık.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder