Seyyar satıcılar, havaleli ve ağır malları eşek veya katır
sırtındaki küfelerden sattıkları gibi, gerekli edevatı kendi omuzlarında
taşıyan esnaf da vardı. Daha evvel belirttiğim bildik mesleklerden başka,
değerli el becerilerini zanaat olarak icra eden ve yalnız haftanın belli günlerinde
mahallemize uğrayanlar da olurdu.
Bunlara örnek, kırılmış cam veya fayans eşyanın iki tarafına
delik açarak içlerine madeni çengeller yapıştırmak suretiyle tamir eden çinici,
zamanla sertleşen şiltelerin pamuk veya yününü gevşeterek havalandıran hallaç, sandalyelerin
patlayan hasırını ören Romen hasırcı, tıkanan su giderlerini açan lağımcı, Eyüp
oyuncakçısı, Edirne süpürgecisi, tenekeci, bileyici, renkli macun şekercisi, ‘vişne
çukulata kaymak’ dondurmacısı ve üç ayaklı sehpasıyla tüm laboratuvar
malzemesini sırtında taşıyan seyyar fotoğrafçımızdı.
Seyyar sanatkârların vitrini, gür sesleriydi. Her biri,
mahalleye geldiklerini daha iyi duyurabilmek için diğerlerinden daha yüksek
sesle bağırarak çığırtkanlık yapardı. Bazıları ise, henüz çok uzaklardayken, bir
zil eşliğinde veya kendilerine has dokunaklı nağmelerle, hoş nakaratlarla,
yaklaşmakta olduklarını belirtirlerdi. Gürültü kirliliği yoktu çünkü işini iyi
bilen bu uzman kişiler, müşterilerini üzmemek için bağırılacak zamanı çok iyi seçerlerdi,
Ada halkı da hasret ve can kulağıyla beklerdi seslerini.
Sessizce dolaşıp, her zaman ve her yerde rastladığımız
önemli bir gezgin esnaf da sağlık memurumuz İğneci İsmail Bey idi. Bisikleti ve
köpeğiyle bütün gün evden eve koşar, iğne yapar, tansiyon ölçer, şifa dağıtırdı
Adalılara…
Kredi kartının bilinmediği o devirlerde veresiye usulü satış
vardı ve bu tür satış, seyyar satıcılara önemli bir avantaj sağlardı. Şöyle ki,
adam sempatik ve girişkense, alacağını tahsil etmek için tekrar eve geldiğinde
yeni bir mal satardı ev sakinlerine ve yaz boyunca bu böyle devam edebilirdi.
Bunu en iyi beceren bohçacı hatunlardı. Sırtlarında
taşıdıkları bir boğos (bohça) içinde çarşaf,
havlu, gecelik gibi tekstil ürünleri pazarlarlardı hanımlara. Tanıdık bir
bohçacı kadın eve geldiğinde, kendi eviymiş gibi içeri girer, salonda oturur,
mutfağa girip yer, içer, dinlenir ve haftaya getirmek üzere çoluk çocuğun
kumaş, manifatura ihtiyacını tespit ederdi.
Tabi ki, hazır giyim fabrikaları olmadığından, akabinde
kumaşı kesip dikmek için gezgin-gündelikçi terzilerden Kopelya Elenitza veya Kirya
Tasula eve çağırılırdı. Onlar, kumaşı kesip prova yaparken ben de orta yerde
dolanır, Singer dikiş makinesini yağlamak bahanesiyle aralarına sokulmaktan
geri kalmazdım. Beni ancak, o anda gereği dahi olmayan bir dikiş ipliğini satın
almam bahanesiyle çarşıdaki Hasanaki, sonraları Aleko adını alacak olan
manifaturacıya göndererek evden uzaklaştırabilirlerdi.
Berberler, cerrahi müdahalelerde de bulundukları eski
devirlerden kalma bir gelenekle, dükkânlarının dışına, kırmızı ve beyaz helezon
şeritler halinde boyanmış kanlı bir sargı bezini anımsatan, akşamları da bir ampulle
içinden aydınlatılan camdan bir silindiri, mesleklerinin sembolü olarak dükkânın
dışına asar ve tepeden tırnağa kadar bembeyaz bir elbiseyle hizmet verirlerdi.
Tüm çarşı esnafı, mutlaka mesleğine yakışır bir üniforma giyerdi. Kasap, eski
muhasebeciler gibi siyah kolluklu beyaz bir ceket; manav, önünde para torbası
vazifesini gören geniş cepli lacivert bir önlük; bakkal ise ayaklara kadar inen,
sık düğmeli, haki renginde prostela denilen, pamuklu kumaştan dikilmiş uzun
bir önlükle hizmet verirdi. Toz şeker, pirinç, bulgur, kuru baklagiller gibi
dökme mallar, yan yana ve dik olarak dizilen ağzı açık çuvallardan, çinkodan
bir kürekle kese kâğıdına doldurularak satılırdı.
Yakışıklı bakkal Aleko Mandacı’nın dükkânına gittiğim bir
gün, kasada oturan mavi gözlü güzel eşine ödeme yapabilmem için biraz evvel
nalburdan satın aldığım alçı tozuyla dolu kese kâğıdımı, üstü açık bir pirinç
çuvalının üzerine koymuştum. Eve varıp fileyi
(ipten ağ gibi örülen alışveriş torbası) boşalttığımda, alçıyı bakkalda
unuttuğumu fark ettim, hemen çarşıya koştum. Kese kâğıdım bıraktığım yerdeydi.
Almak için elimi uzattığım anda, patron Kiryo Aleko, oğlu
Dimitri ve orada bulunan müşteriler sille tokat üzerime çullanmazlar mı?
Kasiyer hanım: “Min kanete, min kanete,
ine yos to yatru!” (Yapmayın,
yapmayın, Doktorun oğludur!) diye bağırıyor, buna rağmen millet beni tartaklamaya
devam ediyor…
Meğer bu öfkeli kişiler, unuttuğum beyaz tozu, bakkaldan
satın alınmış bir ürün sanarak, ne olduğunu keşfedebilmek için yarışa çıkmışlar
ve her biri birer tutam alçı tozu atmıştı ağızlarına ben gelmeden biraz evvel...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder