22 Eylül 2013 Pazar

26 - BİL BAKALIM BU NEDİR?


  
Seyyar satıcılar, havaleli ve ağır malları eşek veya katır sırtındaki küfelerden sattıkları gibi, gerekli edevatı kendi omuzlarında taşıyan esnaf da vardı. Daha evvel belirttiğim bildik mesleklerden başka, değerli el becerilerini zanaat olarak icra eden ve yalnız haftanın belli günlerinde mahallemize uğrayanlar da olurdu.

Bunlara örnek, kırılmış cam veya fayans eşyanın iki tarafına delik açarak içlerine madeni çengeller yapıştırmak suretiyle tamir eden çinici, zamanla sertleşen şiltelerin pamuk veya yününü gevşeterek havalandıran hallaç, sandalyelerin patlayan hasırını ören Romen hasırcı, tıkanan su giderlerini açan lağımcı, Eyüp oyuncakçısı, Edirne süpürgecisi, tenekeci, bileyici, renkli macun şekercisi, ‘vişne çukulata kaymak’ dondurmacısı ve üç ayaklı sehpasıyla tüm laboratuvar malzemesini sırtında taşıyan seyyar fotoğrafçımızdı.

Seyyar sanatkârların vitrini, gür sesleriydi. Her biri, mahalleye geldiklerini daha iyi duyurabilmek için diğerlerinden daha yüksek sesle bağırarak çığırtkanlık yapardı. Bazıları ise, henüz çok uzaklardayken, bir zil eşliğinde veya kendilerine has dokunaklı nağmelerle, hoş nakaratlarla, yaklaşmakta olduklarını belirtirlerdi. Gürültü kirliliği yoktu çünkü işini iyi bilen bu uzman kişiler, müşterilerini üzmemek için bağırılacak zamanı çok iyi seçerlerdi, Ada halkı da hasret ve can kulağıyla beklerdi seslerini.

Sessizce dolaşıp, her zaman ve her yerde rastladığımız önemli bir gezgin esnaf da sağlık memurumuz İğneci İsmail Bey idi. Bisikleti ve köpeğiyle bütün gün evden eve koşar, iğne yapar, tansiyon ölçer, şifa dağıtırdı Adalılara…

Kredi kartının bilinmediği o devirlerde veresiye usulü satış vardı ve bu tür satış, seyyar satıcılara önemli bir avantaj sağlardı. Şöyle ki, adam sempatik ve girişkense, alacağını tahsil etmek için tekrar eve geldiğinde yeni bir mal satardı ev sakinlerine ve yaz boyunca bu böyle devam edebilirdi.

Bunu en iyi beceren bohçacı hatunlardı. Sırtlarında taşıdıkları bir boğos (bohça) içinde çarşaf, havlu, gecelik gibi tekstil ürünleri pazarlarlardı hanımlara. Tanıdık bir bohçacı kadın eve geldiğinde, kendi eviymiş gibi içeri girer, salonda oturur, mutfağa girip yer, içer, dinlenir ve haftaya getirmek üzere çoluk çocuğun kumaş, manifatura ihtiyacını tespit ederdi.

Tabi ki, hazır giyim fabrikaları olmadığından, akabinde kumaşı kesip dikmek için gezgin-gündelikçi terzilerden Kopelya Elenitza veya Kirya Tasula eve çağırılırdı. Onlar, kumaşı kesip prova yaparken ben de orta yerde dolanır, Singer dikiş makinesini yağlamak bahanesiyle aralarına sokulmaktan geri kalmazdım. Beni ancak, o anda gereği dahi olmayan bir dikiş ipliğini satın almam bahanesiyle çarşıdaki Hasanaki, sonraları Aleko adını alacak olan manifaturacıya göndererek evden uzaklaştırabilirlerdi.

Berberler, cerrahi müdahalelerde de bulundukları eski devirlerden kalma bir gelenekle, dükkânlarının dışına, kırmızı ve beyaz helezon şeritler halinde boyanmış kanlı bir sargı bezini anımsatan, akşamları da bir ampulle içinden aydınlatılan camdan bir silindiri, mesleklerinin sembolü olarak dükkânın dışına asar ve tepeden tırnağa kadar bembeyaz bir elbiseyle hizmet verirlerdi. Tüm çarşı esnafı, mutlaka mesleğine yakışır bir üniforma giyerdi. Kasap, eski muhasebeciler gibi siyah kolluklu beyaz bir ceket; manav, önünde para torbası vazifesini gören geniş cepli lacivert bir önlük; bakkal ise ayaklara kadar inen, sık düğmeli, haki renginde prostela denilen, pamuklu kumaştan dikilmiş uzun bir önlükle hizmet verirdi. Toz şeker, pirinç, bulgur, kuru baklagiller gibi dökme mallar, yan yana ve dik olarak dizilen ağzı açık çuvallardan, çinkodan bir kürekle kese kâğıdına doldurularak satılırdı.

Yakışıklı bakkal Aleko Mandacı’nın dükkânına gittiğim bir gün, kasada oturan mavi gözlü güzel eşine ödeme yapabilmem için biraz evvel nalburdan satın aldığım alçı tozuyla dolu kese kâğıdımı, üstü açık bir pirinç çuvalının üzerine koymuştum. Eve varıp fileyi (ipten ağ gibi örülen alışveriş torbası) boşalttığımda, alçıyı bakkalda unuttuğumu fark ettim, hemen çarşıya koştum. Kese kâğıdım bıraktığım yerdeydi.

Almak için elimi uzattığım anda, patron Kiryo Aleko, oğlu Dimitri ve orada bulunan müşteriler sille tokat üzerime çullanmazlar mı? Kasiyer hanım: “Min kanete, min kanete, ine yos to yatru!” (Yapmayın, yapmayın, Doktorun oğludur!) diye bağırıyor, buna rağmen millet beni tartaklamaya devam ediyor…


Meğer bu öfkeli kişiler, unuttuğum beyaz tozu, bakkaldan satın alınmış bir ürün sanarak, ne olduğunu keşfedebilmek için yarışa çıkmışlar ve her biri birer tutam alçı tozu atmıştı ağızlarına ben gelmeden biraz evvel...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder