17 Eylül 2013 Salı

24 – AĞABEYLİK



Mehmetçik Sokağı, arabaların ve bisikletlerin inişine kapalıydı. Atatürk’ün silah arkadaşı General Ali İhsan Sâbis’in oğlu Prof. Turgan Sâbis (sonraları 1953 Türkiye güzelimiz Ayten Akyol ile evlenmişti) bir gün Çankaya’dan aşağıya doğru bisikletle hızla inerken, o zaman beş-altı yaşlarında olan küçük kardeşim Yılmaz'a çarptı ve bisikletiyle üzerine devrildi; ikisi de yaralandı. Biraz sonra Şinasi Bey Eczanesi’nde karşılaştığımızda, benden yirmi yaş büyük olan Prof. Sâbis Bey’e, genç yaşıma rağmen, küçük kardeşimi koruma gayesi ve ağabeylik taslamanın verdiği cesaretle, sert ve kızgın bir şekilde, bizim sokağın inişe yasak olduğunu hatırlattım. Cevap verdi. Karşılıklı ağız kavgasına giriştik, etraf bizi yatıştırdı. Günlerden sonra evimize gelip özür dilemişti babamdan.

Tıp doktoru olmakla beraber, amatörce resim çizen ve düşündüklerini kâğıda dökmeyi çok seven babam, Le journal d’Orient (Şarkın Gazetesi adlı Fransızca günlük gazete) için tasarladığı yazılarını, sabahın sakin ortamında, Hristos (İsa) Tepesi’nde bulunan lokantacı Façyo’nun kardeşi Ligor’un kır bahçesinde hazırlamaktan çok hoşlanırdı.

Fişli telefon santralinin düzenli çalışmadığı o yıllarda, eve gelip babamı arayan bir hastası olduğunda koşa koşa Hristos Tepesi’ne varıp babamı çağırmak benim işimdi. Beş kardeşten benden bir yaş büyük olan Rita ve benden iki yaş ufak olan Nenet kız olduklarından, benden altı yaş ufak Musa ile on bir yaş ufak Yılmaz küçük olduklarından, ağabey sıfatıyla bana şeref verilir ve her gereksinime, beni koştururlardı.

Babam, büyük erkek evlat olarak, beni aile masasının bir ayağı diye tanımlar ve bu şerefli unvanımdan dolayı tüm angarya işler bana yüklenirdi. Alışverişleri ben yapardım. Fırına tepsi götürüp getirmek de bana düşerdi. Son anda gereken bir ihtiyaç için yine ben koşardım. Koşarken havayı yanaklarımda hissetmekle, rüzgârı dahi yaratabileceğim düşüncesine kapılır, büyük zevk alırdım. Sokakta tek başımayken hiçbir zaman yürümezdim, hep koşardım.

Evlere henüz buzdolabı girmediği zamanlarda alışveriş mecburen çok sık yapılırdı. Peynir, sebze, meyve gibi erzağın taze kalması için, mutfak penceresinin dışında, güneş görmeyen bir yere asılan ve Sulukuleli Çingenelerin eseri olan sarı renkli tel dolaplar kullanılırdı.

Sıcak günlerde içme suyunu soğutmak, et ve balığı bozulmadan saklamak için ise buza ihtiyaç duyulurdu. Benim için en zor alışveriş, işte bu buzu yolda eritmeden çarşıdan eve kadar götürmekti.

Buz kalıpları, mavnalarla ana karadaki bir buz fabrikasından uzun bloklar halinde ve yolda sıcaktan erimemeleri için aralarına bol tahta talaşı konarak arabacılar iskelesine getirilirdi. Burada, testere veya keserle parçalanarak kilo ile satılırdı. Küçük bir blok bile çok ağır basardı. Etrafına sarılan bir sicime asılı olarak eve götürürken ipin parmakları kesmemesi için, alışverişe çıkmadan evvel Mayer, Karlmann, Orozdibak veya Hacı Bekir gibi namlı mağazalardan gelen paketlerden saklanan, etrafı kartonla sarılmış telli askı çengellerinden bir adedini cebe atardık. Bilhassa Ağustos sıcağında, kayda değer bir miktar buzun eve ulaşması için kalıbın her tarafını bol talaşa bulamak gerekiyordu.

Bazen de çarşıdan eve döndüğümde, almayı ihmal ettiğim bir sipariş için tekrar çarşıya gönderilirdim. Gitmemek için direndiğimde ise, babam, “Gitmelisin, çünkü ‘unutmak’ kelimesinin lügatimdeki karşılığı hatırlamak istememektir. Koş git, spor egzersizi olur, bacaklara da iyi gelir, böylece bir daha unutmazsın,” diyerek; annem de arkasından, “El ke no tiyene meoyo, tiyene ke tener paças (Akılsız başın cezasını, ayaklar çeker) özdeyişiyle, beni tekrar tekrar koştururlardı.

Bu yaşıma kadar bir çocuk gibi hareketli olmam, o günlerdeki alışkanlıklarımın neticesi olsa gerek…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder