Mehmetçik Sokağı, arabaların ve bisikletlerin inişine kapalıydı.
Atatürk’ün silah arkadaşı General Ali İhsan Sâbis’in oğlu Prof. Turgan Sâbis
(sonraları 1953 Türkiye güzelimiz Ayten Akyol ile evlenmişti) bir gün
Çankaya’dan aşağıya doğru bisikletle hızla inerken, o zaman beş-altı yaşlarında
olan küçük kardeşim Yılmaz'a çarptı ve bisikletiyle üzerine devrildi; ikisi de
yaralandı. Biraz sonra Şinasi Bey Eczanesi’nde karşılaştığımızda, benden yirmi
yaş büyük olan Prof. Sâbis Bey’e, genç yaşıma rağmen, küçük kardeşimi koruma
gayesi ve ağabeylik taslamanın verdiği cesaretle, sert ve kızgın bir şekilde,
bizim sokağın inişe yasak olduğunu hatırlattım. Cevap verdi. Karşılıklı ağız
kavgasına giriştik, etraf bizi yatıştırdı. Günlerden sonra evimize gelip özür
dilemişti babamdan.
Tıp doktoru olmakla beraber, amatörce resim çizen ve düşündüklerini
kâğıda dökmeyi çok seven babam, Le journal d’Orient (Şarkın Gazetesi
adlı Fransızca günlük gazete) için tasarladığı yazılarını, sabahın sakin
ortamında, Hristos (İsa) Tepesi’nde bulunan lokantacı Façyo’nun kardeşi Ligor’un
kır bahçesinde hazırlamaktan çok hoşlanırdı.
Fişli telefon santralinin düzenli çalışmadığı o yıllarda, eve
gelip babamı arayan bir hastası olduğunda koşa koşa Hristos Tepesi’ne varıp babamı
çağırmak benim işimdi. Beş kardeşten benden bir yaş büyük olan Rita ve benden iki
yaş ufak olan Nenet kız olduklarından, benden altı yaş ufak Musa ile on bir yaş
ufak Yılmaz küçük olduklarından, ağabey sıfatıyla bana şeref verilir ve her gereksinime,
beni koştururlardı.
Babam, büyük erkek evlat olarak, beni aile masasının bir
ayağı diye tanımlar ve bu şerefli unvanımdan dolayı tüm angarya işler bana
yüklenirdi. Alışverişleri ben yapardım. Fırına tepsi götürüp getirmek de bana düşerdi.
Son anda gereken bir ihtiyaç için yine ben koşardım. Koşarken havayı yanaklarımda
hissetmekle, rüzgârı dahi yaratabileceğim düşüncesine kapılır, büyük zevk alırdım.
Sokakta tek başımayken hiçbir zaman yürümezdim, hep koşardım.
Evlere henüz buzdolabı girmediği zamanlarda alışveriş mecburen
çok sık yapılırdı. Peynir, sebze, meyve gibi erzağın taze kalması için, mutfak
penceresinin dışında, güneş görmeyen bir yere asılan ve Sulukuleli Çingenelerin
eseri olan sarı renkli tel dolaplar kullanılırdı.
Sıcak günlerde içme suyunu soğutmak, et ve balığı bozulmadan
saklamak için ise buza ihtiyaç duyulurdu. Benim için en zor alışveriş, işte bu
buzu yolda eritmeden çarşıdan eve kadar götürmekti.
Buz kalıpları, mavnalarla ana karadaki bir buz fabrikasından
uzun bloklar halinde ve yolda sıcaktan erimemeleri için aralarına bol tahta
talaşı konarak arabacılar iskelesine getirilirdi. Burada, testere veya keserle
parçalanarak kilo ile satılırdı. Küçük bir blok bile çok ağır basardı. Etrafına
sarılan bir sicime asılı olarak eve götürürken ipin parmakları kesmemesi için,
alışverişe çıkmadan evvel Mayer, Karlmann, Orozdibak veya Hacı Bekir gibi namlı
mağazalardan gelen paketlerden saklanan, etrafı kartonla sarılmış telli askı
çengellerinden bir adedini cebe atardık. Bilhassa Ağustos sıcağında, kayda
değer bir miktar buzun eve ulaşması için kalıbın her tarafını bol talaşa
bulamak gerekiyordu.
Bazen de çarşıdan eve döndüğümde, almayı ihmal ettiğim bir sipariş
için tekrar çarşıya gönderilirdim. Gitmemek için direndiğimde ise, babam, “Gitmelisin,
çünkü ‘unutmak’ kelimesinin lügatimdeki karşılığı hatırlamak istememektir. Koş git,
spor egzersizi olur, bacaklara da iyi gelir, böylece bir daha unutmazsın,” diyerek;
annem de arkasından, “El ke no tiyene meoyo,
tiyene ke tener paças” (Akılsız başın
cezasını, ayaklar çeker) özdeyişiyle, beni tekrar tekrar koştururlardı.
Bu yaşıma kadar bir çocuk gibi hareketli olmam, o günlerdeki
alışkanlıklarımın neticesi olsa gerek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder