Baharla birlikte, kış mevsimi boyunca mecburen gözden ırak
kalan bazı dostluklar, adaya gelindiğinde yeniden ısıtılırdı. Bilhassa komşu
hanımların, pencereden pencereye konuşmaları, geçmiş kış mevsimde başlarından
geçmiş olayları anlatmaları, en ince teferruata kadar sıhhatlerinden
bahsetmeleri, başlı başına birer filmdi.
Beyler daha sakindi. Babam, gençliğini Fransa’da geçirdiği
için ancak doktorluk mesleğinden dolayı tanıştığı ailelerle ve Ettiba Odası’ndan
(Hekimler Derneği) yakın dostlarıyla görüşmekten hoşlanırdı. Bunların arasında
Lütfi Kırdar (dahiliye), Mim Kemal Öke (cerrah), Mazhar Osman (sinir), Taptas (kulak),
Tahinci (göz), Abravaya (dahiliye), Menelaos (nisaiye), Barbut (cerrah), Hulusi
Behçet (cilt), Bonucci(ayak), Sami Günzberg (diş), Akil Muhtar gibi
meslektaşlarından başka yazar Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Kınalıadalı tarihçi
Abraham Galante gibi dostları da vardı. Çok defa dernekte birlikte çalıştığı ve
Kadıyoran Sokağı’nın tepe ucunda oturan Doktor Tahinci’ye babamın bir mesajını
ulaştırmak için, yokuşu bir nefeste koşar dönerdim.
Hafta sonları çarşı dükkânları kapalı olduğundan mutfaklarda
eksiği fark edilen bir ürün, hiç çekinmeden komşunun birinden ödünç
istenebilirdi. Bu istek katiyen ayıp sayılmaz, tam tersine bir dayanışma,
komşusuna güven, ona iltifat olarak algılanırdı. İstekler genellikle, bir
limon, bir-iki yumurta, iki baş soğan veya ‘misafir bastırdı, bir fincan kuru kahve’
şeklindeydi.
Pencereden veya balkondan seslenerek isteneni teslim almak,
biz çocuklara düşerdi ve seve seve koşup gittiğimizde, bir de ‘bonbon’
şekerleme alırdık komşumuzdan. Ertesi gün iade götürdüğümüzde de tekrar, ya
Hacı Bekir’in akide şekerini veya bir kaşık ev yapımı reçeli bahşiş olarak
kazanırdık. Salamon amcamız ise, onu her ziyaret ettiğimizde, mevsimine göre
birer taze meyve verirdi gelen yeğenlerine.
Hiç unutmam günün birinde annem elime bir davetiye vererek
bunu Bayan Roza’ya acele ulaştırmamı istemişti. Epey çetrefil olan adresi nihayet
bulduğumda, kapıyı açan Bayan Roza bana neden kan ter içinde kaldığımı sordu.
Ben, adresi bulmak için çok uğraştığımı ve bir sağa bir sola koşuşmaktan dolayı
terlediğimi söylediğimde, karşılığı şöyleydi: “Vah vah yavrucuğum, bari evimi bulabildin
mi?!”
21
– BÖCEK VE ARILAR VIZ VIZ VIZ…
Stalin’in rakibi ve bir zamanlar Büyükada’da yaşamış olan Sovyet
devrimi önderlerinden Troçki’yi barındıran köşklerin birinden kullanılmış mobilyalar
haraç-mezat satılmıştı. Büyük babamın, yazlık evi için satın aldığı eşyalar arasında,
oradan gelme üç adet koltuk da vardı. Büyüklerimizin, “Aman çocuklar, sakın bu
koltuklarda sallanmayın, bunlar Troçki’nin koltukları dır kırılırlarsa yerine konamazlar!”
diyerek yıllarca koruduğu bu koltuklar, biz çocuklara pek kullandırılmazdı.
Günün birinde Troçki’nin koltukları, tahta kurtlarının hücumuna
uğradı. Piyasada haşaratla mücadele edecek ilaç bulunmadığından ve süngerleşen ayakları
kırılabilir bir hâl aldığında, üç koltuk da çöpe atıldı. Ne yazık ki, sonraları
bende müzmin (süreğen) olacak ‘eşya saklama hastalığım’ henüz nüksetmemişti o günlerde.
Keza haşere ilacı kullanılmadığından, baharın gelmesiyle Büyükada’nın
her tarafında, bilhassa bahçelerinde, arılara ilaveten yüksek sesle vızıldayan bol
miktarda mayıs böceği uçuşurdu. Parlak kahverengi ve de güneş altında yeşilden mavi-kırmızı-sarı
renklere kayan şanjan (değişken) renkli
bu böceğin, iki yandan açılan sert kabuğunun altında, iç içe katlanmış dantel gibi
zarif kanatlar vardı.
Biz çocuklar, bu böceğin boynundaki yarıklara, ince bir dikiş
ipliği sararak bağladıktan sonra hayvancağızı uçurtma niyetiyle uçururduk. Birçoğumuzun,
sigara kutularında gül yapraklarıyla beslediği mayıs böceği, uğur böceği, ateş böceği,
hatta yeşil tırtıl koleksiyonu vardı ve arkadaş arasında posta pulu değiştirir gibi
canlı böcek değiş tokuşu yapılırdı.
Ateş böceklerini yakalamak ve saklayabilmek ayrı bir
hünerdi. Güneş battıktan biraz sonra bir bulut halinde ortaya çıktıklarında, Samanyolu’nun
yıldızları gibi parlayarak küme halinde uçuşurlardı. Onları yakalayabilmek için
boyumuzun hizasına kadar inmelerini beklerdik. Yüzlercesinin, birçok otomobilin
sinyal lambaları gibi, belirli zaman aralıklarıyla yanıp sönen ışıldamalarının
coşkusu arasında ateş böceği yakalamak bahanesiyle aralarında dans etmemiz, hem
bizim için hem de bizi seyreden büyüklerimiz için inanılmaz bir keyifti.
Bütün böceklerin, öldürülmesi gereken zararlı haşere olmadığını
kavramıştık. Tarıma faydalı olacak, topallayan bir karafatmayı, kıvranan bir
solucanı dahi tedavi etmek için eve aldığımız olmuştur. Bunların yanında
kırkayaklar, benekli uğur böcekleri, rengârenk kelebekler, hatta sümüklü böceklerle
dolu sigara kutularımız vardı. Her biri için zevk ve iştahına göre ayrı bir
yemek menüsü hazırlardık. Böcek bakımının, bizim işimiz olduğuna kanaat
getirmiştik.
Lokantalarda ise, sineklerden kurtulmak için hiç hoş olmayan
bir yöntem kullanılırdı: Sofraların üzerine, bir ipliğe asılı helezon
şeklindeki sarı renkli zamklı şeritler vardı. Zamkın kokusu şüphesiz cezp
ediciydi ki, zavallı böcekler şeride yapışıp can çekişirdi. Aynı yöntem çarşı caddesindeki
kasap ve mezeci dükkânlarında da kullanılıyordu. Uzaktan, helezon şekillerinden
dolayı hava cereyanında devamlı bir sağa bir sola dönen sarı şeritler hoş bir
süsleme gibi görünseler de, yakınına varıldığında görüntü iğrençti.
İğrenç olmakla beraber sıkça ve yıllarca kullanılan başka
bir haşarat yok etme yöntemi de, demir somyaların yayları arasında yuvalanan çinçasların (tahtakurusu böceği), bir
telin ucuna sarılan ve mavi ispirtoya batırılmış pamuğun aleviyle yakılmasıydı.
Arıların sokmalarına karşı, ilaç dolabımızda devamlı amonyak
bulundururduk. Evden uzak olduğumuzda ise ilaca erişinceye kadar acıyı
hafifletmek için, sokulan yere domates, çamur, hatta idrarımızı kullandığımız
olmuştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder