10 Eylül 2013 Salı

20 – DOSTLAR, 21 – BÖCEK VE ARILAR VIZ VIZ VIZ…

Baharla birlikte, kış mevsimi boyunca mecburen gözden ırak kalan bazı dostluklar, adaya gelindiğinde yeniden ısıtılırdı. Bilhassa komşu hanımların, pencereden pencereye konuşmaları, geçmiş kış mevsimde başlarından geçmiş olayları anlatmaları, en ince teferruata kadar sıhhatlerinden bahsetmeleri, başlı başına birer filmdi.

Beyler daha sakindi. Babam, gençliğini Fransa’da geçirdiği için ancak doktorluk mesleğinden dolayı tanıştığı ailelerle ve Ettiba Odası’ndan (Hekimler Derneği) yakın dostlarıyla görüşmekten hoşlanırdı. Bunların arasında Lütfi Kırdar (dahiliye), Mim Kemal Öke (cerrah), Mazhar Osman (sinir), Taptas (kulak), Tahinci (göz), Abravaya (dahiliye), Menelaos (nisaiye), Barbut (cerrah), Hulusi Behçet (cilt), Bonucci(ayak), Sami Günzberg (diş), Akil Muhtar gibi meslektaşlarından başka yazar Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Kınalıadalı tarihçi Abraham Galante gibi dostları da vardı. Çok defa dernekte birlikte çalıştığı ve Kadıyoran Sokağı’nın tepe ucunda oturan Doktor Tahinci’ye babamın bir mesajını ulaştırmak için, yokuşu bir nefeste koşar dönerdim.

Hafta sonları çarşı dükkânları kapalı olduğundan mutfaklarda eksiği fark edilen bir ürün, hiç çekinmeden komşunun birinden ödünç istenebilirdi. Bu istek katiyen ayıp sayılmaz, tam tersine bir dayanışma, komşusuna güven, ona iltifat olarak algılanırdı. İstekler genellikle, bir limon, bir-iki yumurta, iki baş soğan veya ‘misafir bastırdı, bir fincan kuru kahve’ şeklindeydi.

Pencereden veya balkondan seslenerek isteneni teslim almak, biz çocuklara düşerdi ve seve seve koşup gittiğimizde, bir de ‘bonbon’ şekerleme alırdık komşumuzdan. Ertesi gün iade götürdüğümüzde de tekrar, ya Hacı Bekir’in akide şekerini veya bir kaşık ev yapımı reçeli bahşiş olarak kazanırdık. Salamon amcamız ise, onu her ziyaret ettiğimizde, mevsimine göre birer taze meyve verirdi gelen yeğenlerine.

Hiç unutmam günün birinde annem elime bir davetiye vererek bunu Bayan Roza’ya acele ulaştırmamı istemişti. Epey çetrefil olan adresi nihayet bulduğumda, kapıyı açan Bayan Roza bana neden kan ter içinde kaldığımı sordu. Ben, adresi bulmak için çok uğraştığımı ve bir sağa bir sola koşuşmaktan dolayı terlediğimi söylediğimde, karşılığı şöyleydi: “Vah vah yavrucuğum, bari evimi bulabildin mi?!”

       




21 – BÖCEK VE ARILAR VIZ VIZ VIZ…


Stalin’in rakibi ve bir zamanlar Büyükada’da yaşamış olan Sovyet devrimi önderlerinden Troçki’yi barındıran köşklerin birinden kullanılmış mobilyalar haraç-mezat satılmıştı. Büyük babamın, yazlık evi için satın aldığı eşyalar arasında, oradan gelme üç adet koltuk da vardı. Büyüklerimizin, “Aman çocuklar, sakın bu koltuklarda sallanmayın, bunlar Troçki’nin koltukları dır  kırılırlarsa yerine konamazlar!” diyerek yıllarca koruduğu bu koltuklar, biz çocuklara pek kullandırılmazdı.

Günün birinde Troçki’nin koltukları, tahta kurtlarının hücumuna uğradı. Piyasada haşaratla mücadele edecek ilaç bulunmadığından ve süngerleşen ayakları kırılabilir bir hâl aldığında, üç koltuk da çöpe atıldı. Ne yazık ki, sonraları bende müzmin (süreğen) olacak ‘eşya saklama hastalığım’ henüz nüksetmemişti o günlerde.

Keza haşere ilacı kullanılmadığından, baharın gelmesiyle Büyükada’nın her tarafında, bilhassa bahçelerinde, arılara ilaveten yüksek sesle vızıldayan bol miktarda mayıs böceği uçuşurdu. Parlak kahverengi ve de güneş altında yeşilden mavi-kırmızı-sarı renklere kayan şanjan (değişken) renkli bu böceğin, iki yandan açılan sert kabuğunun altında, iç içe katlanmış dantel gibi zarif kanatlar vardı.

Biz çocuklar, bu böceğin boynundaki yarıklara, ince bir dikiş ipliği sararak bağladıktan sonra hayvancağızı uçurtma niyetiyle uçururduk. Birçoğumuzun, sigara kutularında gül yapraklarıyla beslediği mayıs böceği, uğur böceği, ateş böceği, hatta yeşil tırtıl koleksiyonu vardı ve arkadaş arasında posta pulu değiştirir gibi canlı böcek değiş tokuşu yapılırdı.

Ateş böceklerini yakalamak ve saklayabilmek ayrı bir hünerdi. Güneş battıktan biraz sonra bir bulut halinde ortaya çıktıklarında, Samanyolu’nun yıldızları gibi parlayarak küme halinde uçuşurlardı. Onları yakalayabilmek için boyumuzun hizasına kadar inmelerini beklerdik. Yüzlercesinin, birçok otomobilin sinyal lambaları gibi, belirli zaman aralıklarıyla yanıp sönen ışıldamalarının coşkusu arasında ateş böceği yakalamak bahanesiyle aralarında dans etmemiz, hem bizim için hem de bizi seyreden büyüklerimiz için inanılmaz bir keyifti.

Bütün böceklerin, öldürülmesi gereken zararlı haşere olmadığını kavramıştık. Tarıma faydalı olacak, topallayan bir karafatmayı, kıvranan bir solucanı dahi tedavi etmek için eve aldığımız olmuştur. Bunların yanında kırkayaklar, benekli uğur böcekleri, rengârenk kelebekler, hatta sümüklü böceklerle dolu sigara kutularımız vardı. Her biri için zevk ve iştahına göre ayrı bir yemek menüsü hazırlardık. Böcek bakımının, bizim işimiz olduğuna kanaat getirmiştik.

Lokantalarda ise, sineklerden kurtulmak için hiç hoş olmayan bir yöntem kullanılırdı: Sofraların üzerine, bir ipliğe asılı helezon şeklindeki sarı renkli zamklı şeritler vardı. Zamkın kokusu şüphesiz cezp ediciydi ki, zavallı böcekler şeride yapışıp can çekişirdi. Aynı yöntem çarşı caddesindeki kasap ve mezeci dükkânlarında da kullanılıyordu. Uzaktan, helezon şekillerinden dolayı hava cereyanında devamlı bir sağa bir sola dönen sarı şeritler hoş bir süsleme gibi görünseler de, yakınına varıldığında görüntü iğrençti.

İğrenç olmakla beraber sıkça ve yıllarca kullanılan başka bir haşarat yok etme yöntemi de, demir somyaların yayları arasında yuvalanan çinçasların (tahtakurusu böceği), bir telin ucuna sarılan ve mavi ispirtoya batırılmış pamuğun aleviyle yakılmasıydı.


Arıların sokmalarına karşı, ilaç dolabımızda devamlı amonyak bulundururduk. Evden uzak olduğumuzda ise ilaca erişinceye kadar acıyı hafifletmek için, sokulan yere domates, çamur, hatta idrarımızı kullandığımız olmuştu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder