Büyük annem (Fortüne-Mazalto Aseo-Kohen-Balukbazarlı) ile
olan en yakın dostluğum beni yatıştırmak için mutfağa, yanına çağırdığı
zamanlardı. Ben, ocaktaki kömür ateşini canlı tutmak için horoz tüylü yelpazeyi
sallarken, o da bana Fransızca La Fontaine ’den
masallar anlatırdı. El emeğiyle çalışan kişileri seyretme huyum sayesinde,
tavada kızarttığı ince patlıcan şeritlerinin içine baharatlı kıyma eti sarmanın
ve aynı boy domates dolmalarıyla tencereyi iki renkli daireler halinde
süslemenin ustası olmuştum. Öyle ki, bir müddet sonra bu yemeği başından sonuna
kadar tek başıma hazırlamama ve pişirmeme müsaade etmişti. Bu aşın, kalaylı
bakır tepside ve odun kömürüyle pişerken tüten dumanlı kokusu beni mest ederdi.
Bir yemeği beğenmeyip reddettiğimizde, büyük annem, küçükken
sevmediği bamyayı bir gün mecbur kalıp yediğinde çok beğendiğini ve yememekle
neler kaçırmış olduğunu anlatır dururdu. Sofrada bulunan kişi adedinden eksik
yumurta geldiğinde ise, “Ben bütün bir yumurtadan vazgeçtim, her biriniz birer
tane alın; yarılarını bana verirseniz yeter” diyerek bizlere hoş vakit
geçirtirdi.
Biz torunlar, büyük annemize ‘ayakkabı’ kelimesini bir türlü
öğretememiştik. Eve her giren kişiye yerleri kirletmemesi için, “Çabuk çık
papuç, çık papuç,” diye seslenirdi. Biz torunlar, kapı ardından katıla katıla
gülerken, büyük annemiz inadına, “Çabuk çık papuç çık papuç,” teranesini
sürdürürdü. Aslında ninemizin ayakkabı kelimesini kullanmak istemeyişi,
torunlarının şen kahkahalarını işiterek mutlu olmak istemesindendi.
Büyük annem, Ermeni asıllı olan ve tüm ailesini şarkta
kaybetmiş Meryem Teyze olarak adlandırdığımız yaşlı bir hanımı evinde
barındırırdı. Kış mevsiminde dahi, kadıncağızı Yeldeğirmen’deki kışlık evlerine
alırlardı. Bu hanım, yüzündeki sürekli üzgün ve acı ifadesine ilaveten, yaz -
kış her zaman üzerine simsiyah, karamsar giysiler giyerdi. Kadıncağız, elinden
geldiği kadar büyük annemin ev işlerine yardımcı olmaya çabalardı.
Adada, dul kalan ve Ortodoks dinine mensup hanımlar da bu
Gregoryen teyzemiz gibi hayatlarının kalan kısımlarını, yaz sıcağına rağmen
simsiyah entariler ve simsiyah çoraplarla geçirirlerdi. Eşini kaybeden birçok
erkek ise kötü kaderin ve kederin işareti olarak siyah kravat takarlar ve kola
sardıkları brassard denilen siyah bir
kurdeleyle üzüntülerini ifade ederdi.
İşareti algılayan Adalılar, yakınlarını kaybedip öbür dünyanın
varlığını hissetmiş olan bu matemli kişilere özel bir saygı duyar, reveransla (hafiften eğilerek) selam
verirdi.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder