16 Ağustos 2013 Cuma

8 - AİLE YAPISI




Çocukluğumda Büyükada’da, her bir binanın içinde tek mişpaha (aynı soydan gelen insanlar) yaşardı. Aralarında kan bağı olmayan birkaç ailenin aynı çatı altında yaşama kültürü henüz gelişmemişti. Binalar genelde münferit, etrafı bahçeli, büyük odalı, yüksek tavanlı, bol ahşap panjurlu ve ferah pencereli yapılardı. Giriş katında bulunan kocaman bir mutfakta, o evde yaşayan tüm aile bireyleri ve yardımcıları için yemek pişerdi.

Sayfiyeye gidemeyen akraba ve yakın arkadaşların, üst katlarda bulunan ‘misafir odaları’na birkaç günlüğüne davet edilmeleri usuldendi. Bu davetler ev hanımlarına fazladan bir iş yüklemekte idiyse de genç kuzenler arasında aile kavramını güçlendirir, aile ilişkilerini pekiştirirdi.

Havaların ısınmasıyla Ada’da buluşan kalabalık ailelerde nine, dede, teyze, amca gibi yaşlı kişilerin yaşama hedefi, çocukların gelişmelerine katkıda bulunmaktı. Bunlar küçüklerin aşçısı, dadısı, eğitmeniydiler. Karşılığında çocuklardan gelen sevgi, saygı, bağlılık ve en mühimi, önemsenmek gibi duyguları hissetmekle gençleşirlerdi. Gelişmekte olan çocuklarda ise, insanî değerler olgunlaşırdı. Neticede bu tür ‘tek çatı altında kalabalık hanede yaşam tarzı’, herkes için yararlıydı.

Bir yavrunun evinin dışında yaşamasına kimsenin gönlü elvermeyeceği gibi bir nineyi huzur evine yatırmak da katiyen düşünülemezdi. Değil bir huzur evine, hatta evden daha konforlu beş yıldızlı bir otel için dahi büyüklerimiz yataklarından uzaklaştırılmazdı.

Aile içindeki ilişkiler çok sıcaktı. Büyük küçük herkes yazdığını, çizdiğini, pişirdiğini, ördüğünü, diktiğini, yetiştirdiğini, biçtiğini, onardığını, el işini, neticede kendi hünerini, birbirine gösterip karşılıklı tenkitleri dinler, sanatı hisseder, bizzat yaratır ve kendi güvenini kazanırdı. Her olayda bir sanatsal yön tartışılırdı. Hiç unutmam bir akşam, uzun boylu olan babam ile yatıya gelen annemin şişmanca kuzeni Pepo Sason, Laurel ile Hardy rollerini üstlenip evi tiyatroya çevirmişler, konu komşuyu ve hane halkını saatlerce eğlendirmişlerdi.

Kırk yıl kadar sonra elektroniğin evlere girmesiyle, başka kişilerin yaptığı sanatı seyreden insanımız, kendi yaratıcılığını ve sanatını yeşertmeye pek vakit bulamayacaktı.
           
Bahar ve sonbaharda adalara gitme ve dönme zamanı çocuklar için eğlenceli günlerdi. Kışlık evin halıları naftalin serpilerek rulolar halinde gazetelere sarılır, keza pencere camlarının iç tarafı raptiyelerle tutturulan gazetelerle örtülürdü. Sanayinin gelişmediği ve dolayısıyla eşyanın bol bulunmadığı o yıllarda, giysilerle birlikte buzdolabından dikiş makinesine kadar çok çeşitli malzeme evden eve taşınırdı.

Dört ay için kapanan evden yorgun argın yazlık eve gelip yerleştikten sonra Ada’da keyifli günler geçirilse de dönüş hazırlıkları arifesinde aynı eziyet tekrar yaşanırdı.

Taşınma zamanı, ‘haral’ denilen kocaman çuvallara eşya doldurmak için gelen hamallara ben de yardım eder sonra da şişkin denkleri küçültmek için üzerine çıkar zıplardım. Hamallar buna sevinirken, haraldaki eşyayı ezdiğim için annemden azar işitirdim. (Eşyaları sığdırma hevesim uzun yıllar sonra Taksim’deki oto yedek parçası piyasasında çalıştığımda da kendini gösterdi. Orada, belli ölçekteki sandığa çeşitli ebattaki kutuları doldurmak yeteneğimden dolayı, komşu tüccarların çoğu, sevk edecekleri bir siparişi sandığına sığdıramadıklarında, ‘Ambalajcıbaşı Viktor’ lakabıyla beni yardıma çağırırlardı.)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder