Çocukluğumda Büyükada’da, her bir binanın içinde tek mişpaha (aynı soydan gelen insanlar) yaşardı.
Aralarında kan bağı olmayan birkaç ailenin aynı çatı altında yaşama kültürü henüz
gelişmemişti. Binalar genelde münferit, etrafı bahçeli, büyük odalı, yüksek tavanlı,
bol ahşap panjurlu ve ferah pencereli yapılardı. Giriş katında bulunan kocaman bir
mutfakta, o evde yaşayan tüm aile bireyleri ve yardımcıları için yemek pişerdi.
Sayfiyeye gidemeyen akraba ve yakın arkadaşların, üst katlarda
bulunan ‘misafir odaları’na birkaç günlüğüne davet edilmeleri usuldendi. Bu davetler
ev hanımlarına fazladan bir iş yüklemekte idiyse de genç kuzenler arasında aile
kavramını güçlendirir, aile ilişkilerini pekiştirirdi.
Havaların ısınmasıyla Ada’da buluşan kalabalık ailelerde nine,
dede, teyze, amca gibi yaşlı kişilerin yaşama hedefi, çocukların gelişmelerine katkıda
bulunmaktı. Bunlar küçüklerin aşçısı, dadısı, eğitmeniydiler. Karşılığında
çocuklardan gelen sevgi, saygı, bağlılık ve en mühimi, önemsenmek gibi duyguları
hissetmekle gençleşirlerdi. Gelişmekte olan çocuklarda ise, insanî değerler olgunlaşırdı.
Neticede bu tür ‘tek çatı altında kalabalık hanede yaşam tarzı’, herkes için yararlıydı.
Bir yavrunun evinin dışında yaşamasına kimsenin gönlü
elvermeyeceği gibi bir nineyi huzur evine yatırmak da katiyen düşünülemezdi. Değil
bir huzur evine, hatta evden daha konforlu beş yıldızlı bir otel için dahi büyüklerimiz
yataklarından uzaklaştırılmazdı.
Aile içindeki ilişkiler çok sıcaktı. Büyük küçük herkes yazdığını,
çizdiğini, pişirdiğini, ördüğünü, diktiğini, yetiştirdiğini, biçtiğini, onardığını,
el işini, neticede kendi hünerini, birbirine gösterip karşılıklı tenkitleri dinler,
sanatı hisseder, bizzat yaratır ve kendi güvenini kazanırdı. Her olayda bir sanatsal
yön tartışılırdı. Hiç unutmam bir akşam, uzun boylu olan babam ile yatıya gelen
annemin şişmanca kuzeni Pepo Sason, Laurel ile Hardy rollerini üstlenip evi tiyatroya
çevirmişler, konu komşuyu ve hane halkını saatlerce eğlendirmişlerdi.
Kırk yıl kadar sonra elektroniğin evlere girmesiyle, başka
kişilerin yaptığı sanatı seyreden insanımız, kendi yaratıcılığını ve sanatını
yeşertmeye pek vakit bulamayacaktı.
Bahar ve sonbaharda adalara gitme ve dönme zamanı çocuklar
için eğlenceli günlerdi. Kışlık evin halıları naftalin serpilerek rulolar
halinde gazetelere sarılır, keza pencere camlarının iç tarafı raptiyelerle
tutturulan gazetelerle örtülürdü. Sanayinin gelişmediği ve dolayısıyla eşyanın
bol bulunmadığı o yıllarda, giysilerle birlikte buzdolabından dikiş makinesine
kadar çok çeşitli malzeme evden eve taşınırdı.
Dört ay için kapanan evden yorgun argın yazlık eve gelip
yerleştikten sonra Ada’da keyifli günler geçirilse de dönüş hazırlıkları
arifesinde aynı eziyet tekrar yaşanırdı.
Taşınma zamanı, ‘haral’ denilen kocaman çuvallara eşya
doldurmak için gelen hamallara ben de yardım eder sonra da şişkin denkleri
küçültmek için üzerine çıkar zıplardım. Hamallar buna sevinirken, haraldaki
eşyayı ezdiğim için annemden azar işitirdim. (Eşyaları sığdırma hevesim uzun
yıllar sonra Taksim’deki oto yedek parçası piyasasında çalıştığımda da kendini
gösterdi. Orada, belli ölçekteki sandığa çeşitli ebattaki kutuları doldurmak
yeteneğimden dolayı, komşu tüccarların çoğu, sevk edecekleri bir siparişi
sandığına sığdıramadıklarında, ‘Ambalajcıbaşı Viktor’ lakabıyla beni yardıma
çağırırlardı.)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder