13 Ağustos 2013 Salı

7 - CEMAAT




Sokakta karşılaşan tanıdık kişiler, “Dande viyenes, ande bueno?” (Hayrola nereye?) diye birbirlerine hatır sorduklarında “Özel hayatıma karışmak isteyen biri mi var?” endişesine kat'iyen kapılmadan açık kalplilikle cevap verilir, çarçabuk yakın arkadaş olunurdu. Çok kere bir ağacın gölgesine sığındıktan sonra, ince teferruatlara girilir, zamanın geçmekte olduğu unutulur, açıklanan sırlar ve merakla dinlenen dedikodular dakikalar sürer, bazen de saatler…

Büyükadalı hanımlar bu şekilde, konu komşu ve cemaat bireyleriyle ayaküstü psikolojik terapi yapmakla huzurlu insan olurlar, dolayısıyla akşam şehirden gelen eşlerini güler yüzle karşılarlardı.

Değişik yöreden olan Yahudiler, birtakım ‘klan’lar oluşturmuştu. 1925’lerde İstanbul'a gelen Lehliler, Gürcüler, Çanakkaleliler, Ankaralılar aralarında gruplaşıyorlardı. Taşradan gelen ve İstanbullulara nazaran daha tutucu olan bu gruplardan bazıları, Adanın Musevi cemaatinin yönetimini, İstanbulluları dışlayacak derecede ele geçirmek için cemaat nezdinde üstün bir caba sergilemişlerdi. Bilhassa Aşkenazlar (doğu Avrupa Yahudileri), ihtirasları sayesinde dinî mekânlarımızın gelişimine değerli katkılar sağlamışlardı.

Büyüklerimiz bizleri cemaatle kaynaştırmak için çok defa dernek toplantılarına gönderirdi. Oradaki görevliler bana yer vermediklerinden dolayı aksileşerek eve döndüğümde, “Anneciğim, babacığım, yine ‘komite’ciler’ işgal etti ön sıraları, birçok sandalye boş kalmasına rağmen, ‘Gelmesi muhtemel zevat içindir’ diyerekten biz çocukları hiç oturtmadılar, en arkaya attılar. Hatta beni azarlayanlar oldu, ben bir daha böyle toplantılara gitmem,” dediğimde aldığım cevap şöyleydi: “Oğlum sen yine git, onlar karşılık beklemeden canla başla çalışan kişiler, bırak senede bir iki saat yaptıklarıyla gurur duysunlar. Cemaatin tüm angaryalarını, yükünü, dertlerini onlar çekiyor, buna karşın sen ne yapıyorsun? Hiçbir şey. Bari git, öğren ve onları alkışlayarak destekle!”





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder