Sokakta karşılaşan tanıdık kişiler, “Dande viyenes, ande bueno?” (Hayrola nereye?) diye birbirlerine
hatır sorduklarında “Özel hayatıma karışmak isteyen biri mi var?” endişesine kat'iyen kapılmadan açık kalplilikle cevap verilir, çarçabuk yakın arkadaş olunurdu. Çok
kere bir ağacın gölgesine sığındıktan sonra, ince teferruatlara girilir, zamanın
geçmekte olduğu unutulur, açıklanan sırlar ve merakla dinlenen dedikodular dakikalar
sürer, bazen de saatler…
Büyükadalı hanımlar bu şekilde, konu komşu ve cemaat
bireyleriyle ayaküstü psikolojik terapi yapmakla huzurlu insan olurlar, dolayısıyla
akşam şehirden gelen eşlerini güler yüzle karşılarlardı.
Değişik yöreden olan Yahudiler, birtakım ‘klan’lar
oluşturmuştu. 1925’lerde İstanbul'a gelen Lehliler, Gürcüler, Çanakkaleliler,
Ankaralılar aralarında gruplaşıyorlardı. Taşradan gelen ve İstanbullulara
nazaran daha tutucu olan bu gruplardan bazıları, Adanın Musevi cemaatinin yönetimini,
İstanbulluları dışlayacak derecede ele geçirmek için cemaat nezdinde üstün bir
caba sergilemişlerdi. Bilhassa Aşkenazlar
(doğu Avrupa Yahudileri), ihtirasları sayesinde dinî mekânlarımızın
gelişimine değerli katkılar sağlamışlardı.
Büyüklerimiz bizleri cemaatle kaynaştırmak için çok defa dernek
toplantılarına gönderirdi. Oradaki görevliler bana yer vermediklerinden dolayı aksileşerek
eve döndüğümde, “Anneciğim, babacığım, yine ‘komite’ciler’ işgal etti ön
sıraları, birçok sandalye boş kalmasına rağmen, ‘Gelmesi muhtemel zevat içindir’ diyerekten biz çocukları hiç oturtmadılar, en arkaya attılar. Hatta beni
azarlayanlar oldu, ben bir daha böyle toplantılara gitmem,” dediğimde aldığım
cevap şöyleydi: “Oğlum sen yine git, onlar karşılık beklemeden canla başla
çalışan kişiler, bırak senede bir iki saat yaptıklarıyla gurur duysunlar.
Cemaatin tüm angaryalarını, yükünü, dertlerini onlar çekiyor, buna karşın sen
ne yapıyorsun? Hiçbir şey. Bari git, öğren ve onları alkışlayarak destekle!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder