10 Ağustos 2013 Cumartesi

5- İBADET


















 

Küçükken, Adadaki Hesed Le Avraam Sinagogu’na giderek Yahudilikle ilgili öğretileri alır, bol çiçekli bahçesinde eğlenir ve bu vesileyle diğer mahallelerde oturan Yahudi çocuklarıyla tanışırdık. Hazan Elia Eskenazi’nin bize öğrettiği ilahileri çocuk korosunda seslendirdiğimiz de gurur duyardık. Koromuz, sekiz ile on beş yaş arasındaki çocuklardan oluşurdu. Hafta sonu veya önemli günlerde bizi vazifeye çağırdıklarında, gerekli bir kişi olmanın gururu ve sevinciyle, cicilerimizi giyer, büyük bir coşku ile göreve koşardık.

Bir cuma akşamı, son dualar okunup korodaki işimiz bittikten sonra üç-dört arkadaş, ertesi sabah Yörükali’ye bisikletle gitmek üzere anlaştık. Koro arkadaşlarımızdan Viktor Benbasat’ın dindar babası Yomtov Bey, oğluna cumartesi günü bisiklete binmeyi men etmişti. Ricalarımız sonuç vermeyince, hakem olarak, her zaman kutsal mekâna yakın oturan, uzun beyaz sakallı, saygıdeğer amcam Salamon Bahar’a danışma kararı alındı.

Amcam, önce derin mavi gözleriyle bizi tek tek süzdü, sonra sakalını birkaç kez sıvazladı ve kararını açıkladı: “Eğer bisikleti siz götürecekseniz, olmaz. Şabat (cumartesi) günü çalışılmaz, günah işlemiş olursunuz; fakat bisiklet sizi götürecekse, olur; dinlenmiş olursunuz, mubahtır!”

Bu yorum, küçük kafamda derin bir iz bırakmıştı.

Yine o yıllarda, yaşlı bir beyefendi olan Haydarpaşalı El Alto (uzun boylu) Sinyor Perahya, ev ev dolaşır, yıpranmış eski dinî kitapları toplar, eskimiş ciltlerini, yırtık sayfalarını, ekşi kokan kalın bir zamkla yapıştırır, buruşuk olanlarını ütüler ve onarılmış kitabı gururla sahibine geri getirirdi. Gereksiz gibi görünen bu işe, inanılmaz bir inanç ve gayretle adamıştı kendini bu yaşlı beyefendi. Amatörce yaptığı bu çalışmaları, çok önemli bir mitzva (sevap) olarak benimsediğinden, biz çocuklar, Yüce Tanrı’ya karşı daha da huzur bulması için elimizden geldikçe kitapları hor kullanmaktan çekinmezdik.

Sinagog bahçesinden mabede girdiğimde çoğu zaman yaşlı bir vatandaş, beni kolumdan yakalayıp halı gibi silkeledikten sonra “İjo de ken sos tu paşayiko?” (Sen kimin oğlusun paşacık?) diye sorardı. Genellikle yalnız yaşayan ve konuşacak pek yakını bulunmayan bu yaşlı zatlar, benden cevap aldıklarında mutluluk belirtileri yeşerirdi gözlerinde. Hele şeceremi keşfettikleri anda! Zevkten dört köşe olurlar, oyuncağını bulan bir çocuk gibi sevinirlerdi.

İki büklüm olmuş o amcaları kolaylıkla mutlu etmek varken, bazı zamanlar, cevap vermeden ellerinden kurtulup koşar adımla kaçtığımı hatırladığımda ise, utanç duyuyor ve o gün yaptıklarıma üzülüyorum.

Bizim gibi Yahudiler için yaz mevsimi, mayıs ayının ortasında başlayan Şavuot (Hasat) bayramından evvel açılır ve bazı yıllar da Ekim ortasında biten Sukot (Çardaklar) bayramından sonra kapanırdı. Daha evvel kapanamazdı çünkü birçoğumuzun bahçesinde, şehir evlerinde olmayan suka (çardak) vardı ve bahçelerinde bu tür kameriyesi olan dindarlar, hafta boyunca her akşam kalabalık topluluklar halinde, kameriyesi olmayan dindaşlarını yemeğe davet etmekle sevap işlediklerine inandıklarından, bayram bitmeden evvel İstanbul’daki kışlık eve dönmek için göç dahi hazırlanmazdı.

Sahrada yaşar gibi açık havada kurulan, çeşitli meyvelerle süslenmiş ve biskoçosların (büyük yuvarlak bisküvilerin) asılı olduğu çardaklarda, dua edip neşe içinde yemek yiyen Yahudilerin, koro halinde okudukları ilahilerin sesi ve yenen böreklerin iştah açıcı kokusu sokaklara kadar taşardı. Sonbahar yağmurları başlasa da, bayrama ara verilmez, inatla Ada’da kalınırdı.

Böyle zamanlarda, mevsim icabı günler kısaldığından sabah erkenden okula giderken ve akşam dönerken derslerimizi, yandan çarklı vapurun kömür dumanı kokan, nemli ve loş ışıklı bodrum kamarasında tamamlardık. Yanımızda okul çantasına ilaveten, öğle yemeğimizi taşıyan şirin, oval sepetçikler de vardı. Kışın ise, ev ile okul arasındaki mesafe kısa olduğundan, öğle yemeği üst üste giren alüminyum sefertasılarla taşınır, çatal ve kaşık da yandaki yarıklara asılırdı. Ada’dan okula gittiğimizde öğle yemeğine ilaveten akşam kahvaltısı için bisküvi ve meyve de olduğundan, erzağımız daha yüklü olurdu.


Okuldan dönüş yolculuğunda, çok yavaş ilerleyen Halep, Basra, Neveser adındaki ‘dilenci (Kadıköy ve tüm adalara uğrayan) vapurlarımız  çok defa hava karardığında Büyükada’ya varırdı. Dolayısıyla okula gidilen sonbahar günlerinde Adayı aydınlık görmemize imkân yoktu. Bundan şikâyet etmez, vapur yolculuğunda yeni dostluklar kurmaktan keyif alır, değişik maceralar yaşardık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder