27 Ağustos 2013 Salı

13-Davet 14-Adalet

DAVET
Koku almaktaki hassasiyetim hakkında bana anlatılan bir olayı nakletmek istiyorum. Annemden süt emdiğin bebeklik devrimde bir akşamüstü, annem bir davete gideceği için giyinip süslendikten sonra emzirmek üzere beni kucağına aldığında çığlıklar atarak süt emmeyi reddetmişim. Bir bağırsak düğümlenmesi endişesiyle, acele çocuk doktoru Karako çağrılmış. Gırtlağından gün boyu ‘gam-gum’ sesleri çıkaran meşhur Doktor Karako, beni muayene ettikten sonra birden haykırarak: “Açlıktan öldüreceksiniz bebeğinizi, bunun ağlaması açlıktandır, derhal süt emsin!” emrini verip beni annemin kucağına atmış. Annem beni tekrar koynuna aldığında ben ağlamaya devamla ve başımı sağa sola savurarak inatla süt emmeyi reddettiğimde tecrübeli doktor işin esrarını çözdü. Meğer annem, değişik kokulu yeni bir parfüm sürmüştü üzerine, o geceki davet için…

Genelde büyük çocuklar her ne kadar ebeveynlerinin bir davete gidip onları akşam yalnız bırakmalarından hoşlansalar da, küçükler için durum tersidir. Bizler, dört, beş ve altı yaştaki kardeşler, büyüklerimizin akşama bir davet için çıkacaklarını sezdiğimizde, mızmızlanıp koro halinde ağlamaya koyulurduk. Bunun üzerine anne ve babamız, aksilik çıkarmamamız için akşam sokağa çıkma projelerini birbirlerine Almanca söylemeye başlamışlardı; böylece çocukları yatırıp uyuttuktan sonra fırtına esmeden evden ayrılabiliyorlardı.

Fakat aradan bir müddet geçtikten sonra, öyle bir gün geldi ki, konuşulan yabancı kelimeler arasında “Kind, kinder-frau” (Çocuk, dadı) duyduğumuzda “Akşam yine kulübe gideceksiniz ve bizi dadıya bırakacaksınız değil mi!” teraneleriyle tüm kardeşler, yan yana dizilerek hep bir ağızdan koro halinde ağlamaya başlar, protesto eylemleri düzenlerdik.

Büyüklerimize karşı gücümüzü ve kardeşler arası dayanışmamızı bu şekilde ispat etmiş oluyorduk.

ADALET

Mehmetçik Sokağı’nda bulunan evlerde oturan çocukların toplantı yeri, trafiği az olan Bahçelerönü veya Kanarya sokaklarıydı. Kayadelen kardeşler, Taranto kardeşler, İsrafilof kardeşler, Yafe kardeşler, Güngör kardeşler, Çikvaşvili kardeşler, Azrak kardeşler, Benardeteler ve bizler genellikle orada buluşur, küçük kardeşlerimize yürümeyi orada öğretir, orada oyunlar oynar, orada bisiklete biner, orada kavga eder, orada yaralanır ve oradan ağlaya sızlaya eve dönerdik.

Biz kardeşler, kış mevsimi boyunca okul dönüşlerinde odalarımıza çekildiğimizden, sayfiyede görüştüğümüz kadar birbirimize yakın değildik. Adada ise gün boyu beraberdik ve sık sık münakaşa ederdik. Sebep yokken dahi dövüş egzersizi yapan aslan yavruları gibi birbirimize sataşırdık. “Odaya son sen girdin, kapıyı sen kapat,” “Masayı sarstın, silgim yere düştü, sen topla,” “Mayıs böceğimi kaçırttın, bana yenisini bul getir,” gibi münakaşalar bazen kavgaya kadar giderdi. Bunlar olağan egzersizlerimizdi. Tatlıya bağlanan bu yapay anlaşmazlıklar, günlük jimnastiğimizden sayılırdı.

Büyükada’da geçirdiğimiz bu renkli ve ahenkli birliktelik günleri her birimizin özel kabiliyet ve hobimizi açığa çıkarmaya fırsat bulduğumuz zamanlardı. Ablam Rita resim çizer, çok güzel şarkı söyler, yabancı dil öğrenir ve herkesle kolaylıkla dostluklar kurardı. Benden küçük Nenet, dikiş-nakış işlerine meraklıydı. Duyduğu sosyete haberleriyle yakından ilgilenir, tasvip etmediği bir şeyi dobra dobra karşındakine söyler ve arkadaş olarak özellikle seçtiği ‘sosyetik’ kişilere itibar ederdi. Annem de çok kere: “Ne soyez pas snobe” (Snob olmayın) derdi; “Snobizm, sizinle görüşmek istemeyen kişilerle görüşmek arzusudur, sizinle görüşmek isteyenlerle yetinin,” diyerek çocuklarını alçakgönüllü olmaya davet ederdi.

Ben, alışverişler dışında oyuncak ve maket yapan, bahçe ve onarım işleriyle uğraşıp sıklıkla çekiç veya törpü sesi üreten, içe kapanık bir çocuktum. Benden altı yaş küçük Musa, daha altı-yedi yaşlarındayken kemanına sarılmış sanatkâr ruhlu her şeyi oluruna bırakan bir çocuktu. On bir sene benden genç ve en küçüğümüz Yılmaz ise tornavidasını ve mekano oyununun parçacıklarını elinden düşürmeyen, onlardan uzak duramayan, rasyonel düşünceye sahip sessiz ve sakin tabiatlı ‘kazandibi’ kardeşimizdi.

Yaptığım onarımlardan dolayı ailede yerleşmiş genel bir kanıya göre evde duyulan tüm patırtı ve gürültülerin sebebi benmişim. Kız kardeşlerim aralarında yüksek sesle münakaşa ettiklerinde dahi onları azarlamaya gelen büyüklerimize, çok defa o anda masum olan beni suçlu olarak gösterirlerdi. Zavallı ben, afallayıp sinirlenmekten kendimi savunamazken, onlar her daim benden baskın çıkar, azarı yine ben işitirdim.

Böyle durumlarda gece uykum tutmadığından, sessizce odalarına girer, iki elimle aynı anda ikisinden de birer tutam saçı avuçlarımda kavrayarak aniden çeker ve “Oh olsun, şimdi adalet yerini buldu,” dedikten sonra huzurla yatağıma dönerdim.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder