2012 yılında Adalar'daki seksen ikinci yaz mevsimimi yaşadım.
1931 yılının mayıs ayında, iki aylıkken Büyükada’ya gelmişim. Çocukluk anılarım
gözümün önünde akıp giderken, hafızamda yer etmiş sahneler: Sokaklarda, tüm faytonların
süslendiği çiçek savaşı eğlencelerine katılmak, Balkan oyunları adına Ulu Önder
Atatürk’ün de şeref verdiği Adanın değişik meydanlarında oynanan çok renkli folklorik
dansları seyretmek, Hristos (İsa) Tepesi’nde
laterna (kollu antik müzik kutusu) dinlemek,
sokaklarda ahşap tekerlekli trotinet
(direksiyonlu kaykay) kaymak, tahta çemberin peşinde koşmak, kelebek ve mayıs
böceği yakalamak, topaç çevirmek, kalabalık aile fertleriyle Glosa (Dilburnu)
çamlarının altında günü geçirmek, Platano’da (Çınar Meydanı) Rıfat Telgezer cambaz hanesine gitmek, Lunapark’ta
eşek sırtında tur atmak, komşu bahçelerinin duvarlarına tırmanıp incir ve ceviz
toplamak, büyük babamın yetiştirdiği çiçekleri sulamak ve çamur içinde eve dönmek...
Adanın sayılı tabii kumluk koylarından biri olan Yourguli (Yörükali) Plaj’ının suları derin olmadığından
ufak çocukların güvenle eğlenip yüze bildikleri yegane yerdi. Oranın sığ sularında
eğilerek deniz kabuğu toplarken, sırtım güneşten kızarır ve su balonları oluşurdu.
Çok ağrı veren bu yanıklar ancak üzerlerine yoğurt sürülerek yatışırdı. Nazik cildimde
oluşan bunca yaraya rağmen deniz kabuğu koleksiyonumu zenginleştirmek uğruna bu
acılara seve seve katlanırdım.
Bisikleti olan çocuklar, teker çatalına bir mandalla sıkıştırdıkları
Sipahi sigarası kutusunun kalın kapak kartonunun sürtünmesiyle etrafı rahatsız edecek
derecede gürültü çıkarmakla dikkat çeker, keza tekerlek tellerine renkli krepon kağıdından kestikleri şeritleri örerek bisikletleriyle sükse yaparlardı. Kalan tüm
zamanlarında ise, top peşinde koşarlardı.
Ben ise, tenisten futbola kadar topla oynanan bunca oyun varken,
bilardo haricinde bunlardan hiçbirini, bilye atmayı dahi, ömür boyu beceremedim.
Halbuki komşu çocuklarının çoğu tenis dersine gitmekle ya da sokak ortasında iki
taş arasına gol atmakla övünür ve alkış toplardı. Soluk benizli çilli yüzümün kompleksimden
olsa gerek ve özellikle de top oynayamadığımdan, kendimi ispatlamak için başka yollar
denerdim.
Sabırsızlıkla sağanak yağmurların yağdığı günleri bekler ve mantardan
yonttuğum veya kağıttan hazırladığım kayıkçıları kuvvetli yağmur altında, Çankaya Meydanından yokuş aşağı inen suların akıntısına bırakıp arkalarından koşar, sırılsıklam
olmayı umursamadan iskeleye kadar onları takip eder, sahile vardıklarında denize
kavuşmalarına meydan vermeden yakalar, sık sık çakmakta olan şimşek ve şiddetli
gök gürültülerine rağmen yokuşu koşarak Çankaya’ya döner ve gemiciklerimi tekrar
akıntıya bırakırdım. Üşenmeden ve üşümeden bu yarışı defalarca tekrarlayarak kahramanlık
taslardım.
Yağmurdan dolayı evden çıkamayan çocuklar, beni balkonlarından
seyredip alkışlardı. Arkadaşlarımın çoğu denizden çıktıktan sonra ıslak mayoyla
kaldıklarında üşümekten dudakları morardığı halde benim ıslak giysilerimle nasıl
da üşümediğimi sorduklarında, cevabım kısacıktı: “Büyük babam Sular İdaresinde çalışıyor da ondan!”
Adanın muzip çocuklarının eğlencesi üç kişiye musallat olmaktı:
Ayakkabı boyacısı olmakla beraber hasta ve yaşlıların sedye ve tahtırevanlarını
taşıyan, kısacık boylu olmasına karşın çok uzun kollu ceketler giyen ve kırmızı
kravatla törenlerde ön saflarda yer alan, her zaman her yere sokulan ‘Mister
Gogo’ lakaplı Agop; ikincisi, şık ve baştan aşağıya bembeyaz kostümle dolaşan,
el sıkışırsa mikrop kapmaktan korktuğu için sağ elini şakağının hizasına
getirip “çat” diye haykırarak şakrak ve yapmacık bir gülüşle herkese selam
veren Doktor Çat; üçüncüsü de çarşı caddesindeki ön cephesi açık dükkanında sergilediği değişik yöre patateslerini bir kuyumcu dükkanı vitrini gibi özenle
dizip, onlara dokunan müşterilerinin ellerine vuran ve o müşteriye kat'iyen patates satmayan aksi suratlı Yorgo Onbaşı adındaki manav.
Çocuklar patatesçiyi peşlerinden koşturmanın yolunu
bulmuştu. Dükkânından geçerken, biri uzun serginin bir ucundaki patatesi satın
alacakmış gibi eller, diğer bir çocuk da aynı anda, tezgâhın öbür ucundaki bir
patatesi eliyle yoklardı. Sinirinden nerdeyse patlayacak olan Kiryo Yorgo,
hangi veledi yakalayacağına karar verinceye kadar bizler de oradan kahkahalar
atarak tüyerdik.
Ne de kolay gülünürdü o zamanlarda!

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder